banner39

Bahattin Yıldız'ın Afganistan izlenimleri (4)

Sabah ilk işimiz Erdal'a internet bulmak için Kâbil caddelerinde dolaşmak oldu. Afganistan'daki iki telefon GSM operatöründen biri olan Roşen'in merkezini bulduk.

Arşiv 13.02.2008, 11:08 13.02.2008, 12:29
Bahattin Yıldız'ın Afganistan izlenimleri (4)


Bahattin Yıldız'ın Afganistan izlenimleri (3)'den devam...

22 Aralık Cumartesi

Sabah ilk işimiz Erdal'a internet bulmak için Kâbil caddelerinde dolaşmak oldu. Afganistan'daki iki telefon GSM operatöründen biri olan Roşen'in merkezini bulduk. Erdal'ı sırt çantasıyla içeri sokabilmek için neredeyse adamlarla meydan kavgası yapacağız. "Kamera yasak, laptop yasak, sırt çantası yasak!" Her yasak ayrı bir ağızdan çıkıyor. Erdal bağırıp çağırıyor. Erdal'ı içeri soktuk.

Otobüsle şehir merkezine indik. Hava güneşli, buzlar çözülünce her yer vıcık vıcık çamur olmuş.



Hediyeliklerimiz azaldı. Takviye için dükkânlardan alacak şeylere bakıyoruz. Türkiye'den gelme, misafir şekeri ve çikolataları bulunca, ikişer taneden dört tane aldım.

Erdal'ın işi bitmiş. Hemen bir taksi tuttuk. Onu alıp, kuzey araçlarının kalktığı garaja doğru yola çıktık. Yol yarım saatten fazla sürmüştü.

Yanımıza azık olarak sekiz açma ekmek, iki düzine muz, iki tane de orta boy su aldık. Erdal ve Recep ile beraber orta koltuğa oturduk. Eminî arkaya geçmişti. 18-20 yaşlarında bir genç geldi. İki kişilermiş ve yol paraları iki yüz Afganî eksikmiş

Şoför kabul etmedi. Eminî "Binin, eksiğinizi ben vereceğim" dedi. Gencin yol arkadaşı üstü başı perişan orta yaşlı bir adamdı. Arkaya Eminî'nin yanına oturdular.

Araç hareket etti. Arkadaşlara ekmek arası muz sandavici yaptım. Arkadaki o iki kişiye de birer ekmekle ikişer muz verdim.

İran'a kaçak işçi olarak çalışmaya gidiyorlarken, Pakistan polisine yakalanmışlar, paralarını alıp hırpalayıp Afganistan'a geri göndermişler.

Ahmet Şah Mesud'un cihad bölgesine girdik. Solda onlarca dönüm arazi üzerinde tahrip olmuş Rus tank mezarlığı var. Erdal orayı görünce kendinden geçti. "Vay anasını, bu kadarını bir arada Irak'da bile görmedim. Bunların resmini çekmeliyim" diye uzandı.

Çarikar'da namaz molası verdik

Çarikar: Ahmet Şah Mesut, Şehid Bilal, Ankaralı Nihat, Şanlı Cihad günleri, bayram yerine gider gibi, Ruslara karşı Pürneşe savaşa giden Mücahidler. Sevgilisinin peşinden ağıtlar yakan gencecik âşıklar gibiyim. İçim buruk abdest suyunda, soğuk havada, karlı yamaçlarda onları arıyorum. Namazdan sonra odun sobasının yandığı lokantadaki sedire bağdaş kurup, Çin işi fincana yeşil çayı doldurdum. Gözlerim kapıda, gelmeyeceğini bildiğim mücahidleri gözlüyorum. Bilal'in şehadeti üzerinden yirmi yıl geçti. Daha dün gibi, yirmi yıl, benim yüreğimi asıl kavuran, bu dağların, gördüğü en büyük mücahidini, komutanını, sevilenini; Ahmet Şah Mesud'u kaybetmiş olmasıydı. Çarikar, Pençşir, Talekan, Badehşan, Nuristan dağlarının ağladığını, derelerin başlarını kayalara vura vura aktığını parçalanan bir yürekle, hasretle düşünüyorum.

Minibüsümüz tekrar hareket ettiğinde her kayada, bağımsızlık aşkıyla, İslamî Devlet hasreti çeken bir mücahidin keklik gibi sekişini hissediyorum. Sesim çıkmasa da yüreğim bağırıyor. "Mesut kardeşim, Bilal kardeşim, ben geldim. Hangi vadiye geleyim, sizi nerede bulayım. Ah… Mesut destanı yazılamayan, destanı vadilerde, kayalarda yazılı yiğit!"

Karlı yamaçları tırmanıp, Afgan cihadına adını yazdıran Saleng geçidine ulaştık. Kuzeyle güneyi birleştiren tek geçit. Ahmet Şah Mesud'un Rusları perişan ettiği geçit. Kimi yerde dağ oyularak açılan tünel. Başlangıcıyla bitişi arasındaki mesafenin 30 km kadar olduğu söyleniyor. Mesafenin çoğunluğu kışın çığ, yazın toprak kaymalarını aşırmak için yapılmış beton tünellerden oluşuyor.

Dağlardan inince bir benzinciye girdik. Akşam namazı olmuştu. Şoför "Buradan ötede yol tehlikeli, gece burada kalacağız" dedi.

Eminî adamın yakasına yapıştı. Bağırmaya başladı. "Yalan söyleme! Yolda hiçbir tehlike yok. Yürü yoksa seni perişan ederim!" Adamı bağırtıyla, tehditle yola çıkardık. Eminî telefona sarıldı. İlerideki bir karakol komutanını aradı. Şoförü şikâyet etti. Bağlanın merkez şehri Pul-i Humride nizamiyeden geçerken, minibüsü polisler durdurdu. Gelen komutanla Eminî hararetle sarıldı. Yolda problem yokmuş. Kunduz'a bir buçuk saatlik yolumuz kalmıştı. Asfalt pürüzsüz ve güzeldi. Eminî "Bu şoför çok kötü adam, dağ başında durup, bizi soyduracaktı aklınca" dedi.

Arkadaki iki yolcunun Karluk Türkü olduğunu öğrenmek Erdalla beni heyecanlandırdı. Tarihî bir Türk boyunun adını duymuştuk. Başka boylar olup olmadığını sorduk. "Sakavlar var" dediler. Sakav mı, saka mı? Tarihçi olmak vardı. İşte doktora tezi yapılacak yer burasıydı.

Kunduz'a varmıştık. İki Karluk'un yol paralarını verdim. "kendi paranızı harçlık yapın" dedim.

Minibüs giderken "eşyalardan biri eksik" dedim. Eminî'nin Kâbil'den aldığı, ceket, kazak, ayakkabının olduğu benim taşıdığım poşet yoktu.

Eminî "o torbayı Karluklara verdim" dedi. "Eminî yine yapacağını yaptın. Bu kadarını kaç kişi yapabilir. Cihad yıllarının dahi soygunculuğunun yapıldığı bir yerde, nasıl böyle kaldın? Bu tek örnek değil ki, sen bir anıtsın Eminî, Allah seni cennetle mükâfatlandırsın" diyorum.

Yağmur yağıyor. Kunduz gecenin bu vaktinde Kâbil'den temiz ve düzenli bir şehir olarak karşımıza çıkmıştı. Karanlık bir sokağa daldık. İç cebimdeki küçük el fenerimi çıkartıp yaktım. Hiç değilse bastığımız yeri biraz daha iyi görecektik. Eminî önünde durduğu demir kapıyı yumruklamaya başladı. Ev sahibi haberli olduğundan bizi fazla bekletmedi. Ham beton olan merdivenden üst kata çıktık. Duvar sıvaları boyasız. Cam yerine pencerelerine çift kat naylon çekilmiş, misafir odasındaki sac soba gürül gürül yanıyordu. Üzerindeki su dolu kaptan buhar çıkıyordu.

Çantalarımızı kenara bıraktık. Kabanlarımızı çıkardık. Yer minderlerine oturup, rahatça bacaklarımızı uzattık. Ev sahibimiz Yakup bey, Türkiye'de okul bitiren ve çalışan Dr. İbrahim'in ağabeyiymiş. Eminî'nin de kayınbiraderi.

Dışarıda yağmur daha da şiddetlendi. Biz sıcak suyla abdestlerimizi alıp, Receb'in imamlığında yatsı namazımızı kıldık.

Ev sahibimiz nasıl çay içeceğimizi sordu. "Yeşil çay" dedik.

23 Aralık Pazar

Saat 8'de evden çıktık. Yağmur hâlâ ince ince yağmaya devam ediyordu.

Akşamki tesbitimiz doğruydu. Kunduz temiz ve güzel bir şehir. Dükkânların önünde çöp bidonları da var.

Kâbil'de para bozduramamıştık. Eminî'ye "mutlaka para bozdurmalıyız, daha ertelemeyelim" dedim. Caddede yürürken Alman bayrağı taşıyan zırhlı araçlar geçiyordu.

Para bozdurduk. Talegan'a gitmek için beş yüz Afganî'ye (10 $) bir taksi tuttuk.

Dr. Hamid'e telefon açtım. "Yetimhaneyi ziyaret edeceğiz. Sizi bekliyoruz" dedi.

Kunduz, Talegan arası bir buçuk saatlik bir yolmuş. Taksi asfalt yolda hızla giderken, etrafı seyrediyorum. Celalabad'ın arazisi güzel diyordum. Fakat, buradaki arazi daha geniş ve güzeldi. Bu güzellik şu anda kar altında dahi olsa belli oluyordu. Arazi çıplak değildi. Meyve ağaçları, çitlerle çevrili bahçeler ve tarlalar...

Fazla gidemedik. Kunduz'dan çıkalı yirmi kilometre olmuştu. Şehirde yanımızdan geçen Alman askerleri yolu kesmişlerdi. Söylentiye göre yol kenarında mayın varmış.

Alman zırhlı araçlarıyla aramızda dört yüz metre kadar mesafe vardı. Bizi bu mesafede tutan Afgan askerleriydi. Yani İSAF askerlerinin güvenliğini sağlayan ücretli Afgan askerleri.

Erdal fotoğraf makinasını çıkardı, objektifini değiştirdi. Arada hiç mesafe yokmuş gibi askerleri ve mayın sökenleri çekiyordu. Yol, gelen araçlardan inen insan kalabalığından küçük bir miting alanına dönmüştü.

Dr. Hamid'i aradım. Gecikeceğimizi söyledim. Bir buçuk saat sonra yol açıldı.

Saat 13'de Talegan'a varmıştık. Şehir kar içinde bembeyaz. Burası da Kunduz gibi güzel ve düzenli bir şehirdi.

Eminî'nin eski dostu Cihad dönemi komutanlarından Abdul Mukim'in çalıştığı, tüpgazcıya gittik. Abdul Mukim bizi evine götürdü.

En büyüğü on bir yaşında olan üç oğlu ve dört yaşında bir kızı vardı. Abdul Mukim, Saka Türküymüş, Cihad döneminde savaşta patlayan bir havan mermisinin parçalarını hâlâ kafasında taşıyormuş. Biz çocuklara çeşitli hediyeler verirken, Eminî Türkiye'den getirdiği kaliteli bir gocuğu arkadaşına giydirdi.

Dr. Hamid'i tekrar aradım. Bulunduğumuz yeri tarif ettik. Ana yola çıktık.

Dr. Hamid, Aynuddin, kurban kesim görevlisi olarak gelmiş olan Hayreddin bey ve İnegöl'den Varol bey beraberce geldi. Araçlara bindik.Güzergâhımız yetimhane.

Yetimhanede erkekler yatılı kalıyor, kızlar ise gündüz okul için gelip akşam akrabalarının yanına dönüyormuş. Afganistan'da okullar şu anda kış tatilindeymiş. İki katlı yetimhanenin üst katındaki yatakhaneye çıktık. Güzel ve bakımlı bir yatakhaneydi. Ranzaları Ümit Sönmez geldiğinde yaptırmış.

Yetimhaneden sonra TİKA'nın desteğiyle yapılan hastaneye gittik. İki katlı misafirhanenin alt katındaki geniş misafir odasına oturduk.

Hayrettin beyle Volkan bey kurban organizasyonundan, hazırlıklardan, dağıtımdan çok memnun kalmış. Bu arada gittikleri bölgede yaşadıklarını, hava şartlarından dolayı karşılaştıkları zorlukları neşeyle anlattılar.

Onlar Salı günü kalkacak uçakla geri döneceklerdi. Bunun için de sabah namazından sonra Kâbil'e hareket edeceklerdi. Erdal da onlarla dönecekti.

Hayrettin bey'e "Vakfın parasından artan varsa bırak, biz dolaşmaya devam edeceğiz, ihtiyaç olan yerlerde sarfederiz" diyorum. Bir miktar takviye alıyoruz.

Vakit gece yarısını geçti. Arkadaşlar yatmıyor. "Arkadaşlar, sabah namazıyla yola çıkacaksınız, haydi yatmaya" diyorum, kimse kalkmıyor. Saat 01.30'da ben kalkıp üst kattaki yatakhaneye çıktım. Temiz ve bakımlı bir yerdi. Banyoda bir de odun termosifonu vardı. İçi doldurulmuş, kenarda da odun yığılıydı. Vakit geç olmasa onu yakardım. Fakat bu geç saatte bir de onunla vakit kaybetmeyi göze alamadım.

24 Aralık Pazartesi

Sabah namazına kalktık. Namazdan sonra arkadaşları Kâbil'e doğru yolcu ettik. Yukarı çıkınca Dr. Hamid'e "bu termosifon niçin dolu duruyor?" dedim, bana "Hayreddin beyler için hazırlamıştım, yakamadık" diye cevap verince, ben de "ben yakıyorum, nasip bizeymiş" dedim.

Bu sabah Eminî'nin üniversite arkadaşlarından birine kahvaltıya dâvetliyiz. Saat yedi de yola çıktık.

Ev sahibimiz İnayetullah Bey, Hayrabad Ziraat müdürüymüş. Bizden sonra Talekan savcısı ve İl Kültür Müdürü de kahvaltı için geldi.

Savcı bey'e "Kanunlarla ilgili çalışmalar nasıl, İslamîleşme var mı?" diye sordum. "Davut han dönemindeki kanunları uyguluyoruz. İyi kanunlar" dedi. Soruma devam etmedim.

Eminî, Talegan valisine kızıyor: "Akşam aradım. Misafiri gelecekmiş, saat 8.30'da onları yolcu edince arayacağını söylemişti aramadı." Savcı bey "işi uzamıştır, fırsatı olmamıştır" dedi. Eminî hiç bakmadan kızgınlıkla "Cihad döneminde o benim mücahidimdi. Nasıl böyle değişir?" diye hayıflandı. Savcı bey "Eminî o şimdi vali" dese de Eminî kızmaya devam ediyor.

Ev sahibimiz olan savcı beyden izin alıyoruz. İl Kültür Müdürü'nü de yanımıza alarak hastaneye döndük. Gayemiz il bürokratlarına temsilcimizi de tanıştırmak.

Dr. Hamid bizi bekliyordu. Müdür Bey, lise yıllarında edebiyat hocasıymış. Hamid onun eline sarıldı. Bu tanışıklık daha sevindiriciydi. Kısa bir sohbetin ardından Kültür Müdürü'nü yolcu ettik. Sonrada il valisini ziyaret için yola çıktık.

Valiliğin giriş kapısı, şakülü kaymış eski han kapılarına benziyordu. Üst kata çıktığımız, ahşap merdivenlerde attığımız adımlara fon katan gıcırtı sesleri veriyordu. Vali bey'in çayını içtik. Buradaki ve diğer şehirlerdeki faaliyetlerimizi anlattık. "Akşam için özür dilerim. Misafirlerle randevum altı ile sekiz buçuk arasıydı. Fakat 23 'e kadar oturdular. Vakit geç olunca da sizi aramadım. Misafire de kalkın, başkaları da gelecek diyemiyorsunuz."

Eminî'nin Vali'ye olan kızgınlığından ziyarete gelmeyecektik. Bu da yanlış olacakmış. İzin isterken "size vakfımızın kaleminden başka sunacak bir şeyim kalmadı" diyerek hediye ediyorum. Vali Bey "bu benim için saklanacak bir hediye olacak" diyerek alıp teşekkür ediyor.

Hediye edebileceğimiz tek saatimiz kalmıştı. Erdal ısrarla "son saatimizi öğrencilerin olduğu bir yere asalım" demişti. Onun için de saati saklıyordum. Fakat, vakfa önereceğim şey, yükte hafif ve ziyaret ettiğimiz şahısların duvarını, masasını süsleyecek bizi hatırlatan, bizden sonra gelenlere de hatırlatacak şeyler olmalıydı. Mesela, İstanbul'daki Selatin Camileri, Türkiye'den poster olarak da kullanılabilecek resimler olmalıydı. Celalabad'da bir akşam bizi evine balık yemeğe dâvet eden Star, yirmi beş sene önce Ruslarla girdiği bir çatışmada bacağından vurulunca Peşaver'de hastanede yatarken, Türkiye'den gönderilen iki adet kartpostal eline geçmiş. Bir defterin arasından köşeleri yıpranmış bu kartları çıkardı. Süleymaniye Camisi ve Galata köprüsünün resimleriydi. "Bunlara zaman zaman bakıyorum. Ne kadar güzeller" dedi.

Kâbil'e gitmek için yola çıkan ekibin aracı Bağlan'da arıza yapmış. Tamir olmasını bekliyorlarmış. Tuttuğumuz taksiyle Kunduz'a doğru yola çıktık.

Saat onbirde Kunduz'a vardık. Çantalarımızı Davut'un dükkânına bıraktık.

Davut'un Mezarı Şerif-Kunduz arasında taksi dolmuşçuluk yapan kardeşi Yakub'un taksisiyle Tacikistan sınırına doğru yola çıktık. Tahhar'dan Kunduz'a geldiğimiz, şu anda Tacikistan tarafına gittiğimiz arazi, suyu bol, toprağı ziraata elverişliydi. Ki, Amuderya nehri Tacikistan, Özbekistan, Afganistan sınırlarını ayırarak altmış kilometre kadar bir sınır daha oluşturup Türkmenistan'a giriyordu. Orta Asya'nın en büyük nehri nerdeyse boşa akıyordu. Türkiye'de dahi son otuz yılda kanaletlerle ziraî arazilerin verimi artmıştı. Suyun bol, arazinin ve hava şartlarının bu kadar elverişli olduğu Kuzey Afganistan'da yapılacak en önemli yatırım; suyun kanaletlerle dağıtılması, makinalı tarımın sokulması ve bölge halkının bu konuda eğitimden geçirilmesiydi. Başlangıç olarak da bütün bölgeye hitabeden yatılı ziraat meslek lisesi açılması en güzel hizmet olurdu. Çin atasözünün deyimiyle "Balık tutmayı öğret. Yüzyılı düşünüyorsan insan yetiştir". Uzun soluklu bir yatırım için insan yetiştirmek; Türkiye'nin şu andaki birikimi buraya el uzatmaya, yardımcı olmaya uygundu. Böyle bir projeyi notlarımız içine kaydettik.

Amuderya (Seyhun) nehrinin kıyısına kadar gittik. Karşımız Tacikistan. Arazi güzelliğini kaybetmedi. Çok az ekim ve bahçelik var. Ben hep kanalet sistemleri için bakıyorum.

Nehirden yirmi kilometre içeride olan İmam Seyb ilçesine döndük.

İlçenin Pazar günüymüş. Yağan yağmurdan dolayı yerler çamur deryasına dönmüş. Satıcılar, çamura serdikleri naylonların üzerine ürünlerini yığmışlar. Patates, soğan, havuç, karnabahar, ağırlıkla tezgâhları doldurmuş.

Buradaki insanların yüz hatları ve giyim biçimi fark edilir derecede değişti: Gözler çekildi, sarı ırka doğru kayan bir simaya döndü.

İlçe Belediye Başkanı Sufi Abdülmennan'ı bulduk. Başkan, cihad döneminin bölgedeki önemli komutanlarındandı. Kâbil'in fethinden sonra emrindeki üçyüz mücahid ile beraber cihada destek için Tacikistan'a geçmişti. İkindi namazını kıldık. Çayımızı içtik. Başkan Beyle vedalaştık. Kunduz'a döndüğümüzde akşam olmuştu. Davut dükkânı kapattı. Onu da taksiye alarak karanlıkta, bozuk olduğu arabanın sarsılışından belli olan ağaçlar arasında bir yola düştük. Belki çok uzak değildi, fakat bir saat sürmüştü yolculuğumuz.

Kültepe köyüne gelmiştik. Bu gece buradaki İmam Buharî Medresesi'nin misafiri olacaktık. Eminî çift kanatlı tahta kapıyı yumruklamaya başladı. Açılan kapıdan geniş bir bahçeye girdik. İç aydınlatmalar yanıyordu. Jeneratör çalışıyordu. Medrese hocaları ve öğrencilerinin oluşturduğu kalabalık bir grup tarafından karşılandık. Yer minderleriyle döşeli geniş bir salona alındık.

Medresenin idarecisi Hacı Aman; ellibeş yaşında, bir altmış boyunda. Suud'da çalışmış, Zeytinburnu'nda kalmış. Şu an kendini medrese hizmetine vakfetmiş, boyu ve yaşına ters orantılı, hareketli, evin gelini gibi ortada dolaşıyordu. Sırtımızı duvara dayar dayamaz, soğuğa karşı üstümüze battaniyeler atıldı.

Medresede yatılı kalan kırkyedi erkek öğrenci buraya yakın bir yerde de on beş kız öğrencileri varmış. Dört bin Afganî (80 $) maaşla çalışan üç hocaları varmış. Önce hafızlıklarını yapan öğrenciler ardından Tefsir, Hadis, Fıkıh eğitimine başlıyormuş. Buradaki ezber bizdekinden farklıydı. Fatiha'dan başlayıp sıra üzerine ezber devam ediyormuş.

Erdal'a telefon ettik. Araçlarının tamiri olmamış. Tuttukları başka bir taksiyle, akşam namazında Kâbil'e inmişler. Salı günü kalkacak olan uçak iptal edilmiş. Cuma gününe kalmışlar.

25 Aralık Salı

Sabah çayına oturduğumuzda "güneyde Kandaharlılardan, kuzeyde de Şibirgan'lılardan uzak duracaksın. Hırsız adamlar topluluğu" deyip, Şibirgan'lılar üzerine fıkralar, yakıştırmalar anlatmaya başladılar.

Çaydan sonra Hacı Aman beyle, medreseye neler alacağımızı tespite başladık. "Çocukları giydirelim mi?" diye sorunca, "Bayramdan çıktık. Aileleri az çok onlara bir şeyler aldı. Buna gerek yok" dedi. Jeneratör günde üç litre mazot yakıyormuş. Varilleri de boşalmış. Mazot, mutfak için yiyecek, kışlık odun almaya karar verdik

Sıra medreseyi gezmeye gelmişti. Geniş bir bahçe, büyük bir su tankı, ortada artezyene takılmış bir tulumda, sınıflar, yatakhane, kütüphane, mutfak... Kapıları bu bahçeye açılıyor. Hafızların sınıfına girdik. Rahlelerin başında iki sıralı çocuklar yüksek sesle çalışıyorlardı. Son hediye saatimizi onların duvarına astık.

Medresenin küçük Suzuki kamyonetini çalıştırmak için epeyce ittiler, sonra bizim taksinin peşine bağlayıp çektik. Öyle çalıştı. İlk iş olarak yoldaki benzinciden medresenin mazot varilini ve arabalarının deposunu doldurttuk. Kunduz'a varınca, kuru bakliyat pazarına gittik. İkiyüzon kilogram pirinç, ikiyüz kilogram un, beş kilogram çay, şeker, deterjan, yağ, kibrit, misafir şekeri, tuz ve salça aldık. Bayram dolayısıyla, sebze geldiğinden onun parasını Davut'a emanet bıraktık. Bu işimiz bitince Kunduz hukuk reisi Abdülkuddüs Beyin evine bayram ziyaretine uğradık. O sırada eski komutanlardan Türkmen Emir Timur Şah da ziyarete geldi.

Öğle namazı sonrası Kunduz'dan Mezar-ı Şerif'e doğru yola çıktık. Elli kilometre sonra yol üzerinde Celogir köyüne uğradık. Bu köyün halkı Timurî'ymiş. Azime Yesevî mescidi yeni yapılmış. Yanındaki müştemilatta kızlar ve küçük oğlanlar ders okuyordu. Yolun karşı tarafında da gençlerin okuduğu bir medrese vardı. Medresenin yatakhanesi ve mutfağında durum içler acısıydı. Her şeyler yerlerdeydi. İmkânsızlığın verdiği bakımsızlık bağırıyordu.

Vurulan artezyenden tuzlu su çıkmış. İçme suyunu nehirden eşekle taşıyorlarmış. Davut'un buraya da mutfak yiyeceği göndermesi için beşbin afganî verdik. Buraya derslik, yatakhane, yemekhane ve tuvalet yapılabileceğini notlarımız arasına yazdık.

Tekrar yola çıktık. Hava soğuk ve güneşliydi. Dağlarsa bembeyaz karla kaplıydı. Eminî her geçtiğimiz yerde "Savaş şurada yoğundu, şuralar mayınlıydı, merkezimiz şuraydı. Rusları şurada pusuya düşürdük. Şurada çok komünist vardı" diye bizi bilgilendiriyor, heyecanla anlatıyordu.

Semengan Vilayetinin topraklarına girmiştik. Güneş battı, akşam namazı için mola verdik. Etraf karla kaplıydı. Keskin bir ayaz esiyordu. Kollarımızı sıvadığımızda içeriden ibrikle sıcak su getirdiler. Abdest alırken dişlerimiz takırdamaya başlamıştı. İçerisi sıcaktı, namazlarımızı kılıp oyalanmadan yola çıktık. Semengan'ın merkezi Şehr-i Aybek'e uğradık. İl Milli Eğitim Müdürü Mevlevi Abdülaziz Bey eski bir dosttu. Aslen Mezar-ı Şerifliydi. Burada yalnız kalıyormuş. Misafir olmamız için ısrar etti. "Semengan, bölgenin fakir illerinden birisi. Yapılan yardım faaliyetlerinde burayı da unutmamak lazım. Açacağınız bir okul için her türlü desteği veririz. Çok da memnun oluruz. Afganistan'ın bu keşmekeşlikten kurtuşulunun tek yolu yeni nesilleri iyi eğitmekten geçer" diyor. Bu eski dostla da vedalaşıp tekrar batı yönüne doğru yola çıkıyoruz.

Halilullah telefon etti. "Ben Mezar-ı Şerif'deyim. Doğrudan bize gelin" diyor. "Bugün geç kaldık. Yarın gece sizde misafir olalım" diyorum.

"Yer aramayın, nerde kalacaksınız?"

Mezar-ı Şerif

Bu şehri anlatmaya neresinden başlamalıyım? Kuzeyin en güzel şehri mi demeliyim. Afganistan'ın son ikiyüzelli senelik tarihinde oluşan dengeyi, Kâbil'deki hâkimiyetin kimde olacağı, vereceği desteğe bağlı olduğu şehir mi demeliyim?

Rusların, Amerikalıların Afganistan'a girdiği kapı şehir ya da arka şehir mi demeliyim? Açıkçası Kuzey kavimlerinin, özellikle de Özbeklerin etrafında buluştuğu merkezi şehirdi burası.

Afganlılara göre Hz. Ali'nin kabri bu şehirde. Biz batıdaki Müslümanlar buna dudak büküyoruz. "Hz. Ali'nin naaşı buraya nasıl gelmiş?" dediğimde "Ebu Müslim Horasanî, Emevileri yenince bölgedeki bütün Emevi kabirleri tahribe başlanmış. Gelecekte dengeler yine değişirse, onlar da Hz. Ali'nin kabrine zarar verir düşüncesiyle Ebu Müslim naaşı alıp buraya getirmiş. O zaman burada yerleşim yoktur. Naaşı deştin ortasına defnedilir. Yeri de kimseye söylenmez. Yüzyıllar sonra, Uluğ Bey sultan olunca rüyasında Hz. Ali'yi görüyor. Kabrin yerinin tarifini alıyor. Meğer o gece kırk âlim de aynı rüyayı görmüş. Kabri bulup muhteşem bir anıt mezar, cami, kütüphaneden oluşan lacivert çinilerle süslü bir şaheser yapıyorlar. Zamanla yerleşim başlıyor ve Mezar-ı Şerif şehirleşiyor. Mezar-ı Şerif'in kuzey sınırı Özbekistan ve tarihî Tirmiz şehri. Ruslar o yoldan Afganistan'a girdiği gibi, aynı yoldan geri döndüler. ABD güçleri de kara yoluyla Özbekistan üzerinden aynı yolla giriş yapmıştı" diye uzun uzun anlatıyorlar. 

Şibirganlı Raşit Dostum, Türkiye'den aldığı ekonomik, lojistik ve askerî eğitim desteğiyle bu bölgedeki Özbekleri etrafına toplayarak, Dost Muhammed Han'dan sonra en güçlü Özbek birlikteliğini oluşturmuştu. Fakat, Dostum'un bütün hesabı pragmatistti. Necibullahla, Mesutla, Hikmetyarla, tekrar Mesutla, açıkçası yükselen her gücün yanında yer almıştı. En sonunda kendi yardımcısı Abdülmelik tarafından alt edilmişti. Abdülmelik, Dostum'un yolunu sürdürmüştü. Beraber oldukları Herat valisi İsmail Han'ı arkadan vurarak esir alıp Taliban'a teslim etmişti. Böylece Raşit Dostum'a bağlı Özbekler, Talibanla iş birliğine girmişti. Taliban ABD ile savaşa başlayınca, on yıllık tarihten ders almayarak müttefikleri olan Dostum'un bölgesinde toplanmaya başlamışlardı. Hâlâ unutulmayan Cenk kalesinde, başta İslam Kerimov'un muhalifi Özbekistan mücahidleri olmak üzere Kuzeyli taliblerin bir söyleme göre onbinini Raşit Dostum'un milisleri katletti.

26 Aralık Çarşamba

Sabah ilk işimiz, tarihi Mezar-ı Şerif camisinde Tahiyyatul mescit (mescid ziyaret namazı) kılmak oldu. Hayranlıkla yapıları gezdik. Ziyaretgâhın etrafindaki dilenci çocuklar, Receb'in eteğinden tuttular. "Hacı ağa bize yardım!" Recep bütün mekânı onlarla dolaşmak zorunda kaldı.

Mezar-ı Şerif Emniyet komutanı Bilal Nirem, Cihad döneminde Pağman'ın komutanıydı. O döneminde en önemli komutanlarındandı. Odasına girdik, oturduk. O incecik, gencecik, enerjik komutanın gerçekten masanın başında oturan adam olduğuna inanamadım. Yaşlanmıştı, gözlük takmıştı. Ön dişlerinden ikisinin protezi parlıyordu. Bu gördüğümün o tanıdığım Bilal olduğuna inanmak istemiyordum. "Encinir Cevat, Mahmut nasıllar?" diye sorunca, "çok selam söylediler, iyiler" diyorum. "Üstad, Afganistan'ı bize tarif eder misin?" diyorum.

İç çekti. "Rusları kovduk. Bunlar geldi. İmar etmek için geldik, dediler. Bizi eşek yapmak, daha da zayıflatmak, köleleştirmek için buradalar. Hepsinin derdi Müslümanların yeniden güçlenmemesi..." Bilal'in yaşlanan bedenine rağmen, kafası hâlâ dipdiriydi.

Dışarı çıkınca Kültepe'deki Medresenin kamyoneti için yeni bir akü alıp taksinin bagajına koyduk. Mezar-ı Şerif'den Özbekistan tarafına giden asfalt yola çıktık. Buralarda Arazi çölleşmişti. Dışarıda dondurucu çöl fırtınası vardı.

Amuderya'nın kıyısındaki Hayratan'a vardık. Nehrin üzerinde uzun bir demir köprü vardı. Karşıda Tirmiz şehri görünüyor. SSCB yıkılmamış olsaydı. Demirperdeye korkuyla bakıyor olacak, belki de resim çekmeye çekinecektik. Soğuk nehir suyunda abdest aldım. "Ellerimiz Seyhun Nehrine değsin" diyorum.

Balıkçılarla konuşuyoruz: "Sınır nehrin ortasında kabul ediliyor, oraya kadar açılıp balık tutuyoruz. Geçersek, Özbek polis tekneleri bizi taciz ediyor".

Mezar-ı Şerif'e döndüğümüzde akşam namazı olmuştu. Türkiye'ye eve telefon ettim. "Ameliyat olacak misafirler geldi, seni bekliyorlar". Afganistan yolculuğumun sonu bu telefonla belli olmuştu. Cuma günü uçak var onunla dönüyorum.

Halilullah'ın evi camiye yakınmış. Buluştuk. Yürüyerek eve gittik. Ağabeyleri, amcası, Türkiye'de okul bitirip Aytaç'ta çalışmaya başlayan İsa'nın aksakallı, nur yüzlü babası ve iki kardeşi bizi bekliyordu.

Afganlıların, fakir-zengin ayrımsız müstakil misafir odası olmayan evleri yoktu. Genelde misafir odaları üst kattaydı. Oturduk. Kenarda Arçelik marka katalitik soba yanıyor. Şehir elektriği Özbekistan'dan geldiği için hiç kesilmiyormuş.

Çok zengin ve marifetli bir misafir sofrası hazırlanmış.

İsa'nın babası bizi mutlaka misafir etmek istiyor. Fakat, yarın Kâbil'e doğru yola çıkacağımızı, programımızı bitireceğimizi söyledik. Aslında Şibirgan'a, Meymene'ye gidecektik. Rehber bulabilirsek, özellikle Afganistan'ın en fakir şehri olan Badgız'a ulaşmak istiyorduk.

27 Aralık Perşembe

Sabah namazını kılıp Halilullah'ı da alarak evden çıktık. Tarihî Belh şehrini görecektik. Yollar eşek sırtında, at arabalarıyla, dikenli çöl bitkilerini, şehre satmaya getiren insanlarla doluydu. Bunlar satılacak, evin ihtiyacı alınıp dönecekti. Bunlar fırınlarda ekmek pişirmek için yakılıyormuş.

Belh, şehirlerin anası denilen şehir. Moğol yıkımına kadar İslam medeniyetinin, ilim, ihtişam, zenginlik, güzellik merkezi. Moğolların bu güzel beldede sokak hayvanları da dahil hiçbir canlı bırakmamacasına katlettiklerini tarihçiler naklediyor. Surları harab olmuş eski şehrin içi tuğlaları satılmış ocak kalıntısı gibi yıkık surların içinde hiçbir şey kalmamış, yabanî bir bitki dahi çıkmamış, yalnızca yüzyıllardır durduğuna inanılamayacak tuğla parçaları var. Surları çıkıyoruz. Kardeş şehir Konya caddesinden geçip tek görkemli tarihî anıt olarak Hoca Parsa Camii'nin içine giriyorum. Kabre selam veriyorum. Eski elbiseler, tesbihler, bıçaklar satan sergilerin birinden her taşı ayrı büyüklükte akik bir tesbih alıyorum.

İsa'nın babası bizi kahvaltıya bekliyordu. Gezimizi fazla uzatmadan döndük.

Saat 10'da Mezar-ı Şerif'den ayrıldık. Taşkurgan'dan geçip, Pulihumri yoluna döndük. Yolda mola vermiş NATO askerlerine rastladık. Ruslara karşı verilen topyekûn Cihad'ın ABD'ye karşı açılması durumunda bunların bir ay direnmesinin mümkün olmadığı bir kanaat değil, ortak bir görüştü. Pulihumri elektrik kurumunda öğlen namazımızı kıldık.

Erdal aradı. "Binezir öldürüldü. Gazete Pakistan'a geçmemi söyledi. Hazırlık yapıyorum". Başıma ağrı girdi. Türkiye'deyken, iki TV kuruluşu bölgeyle ilgilenen bazı gazeteci arkadaşlarla konuşup, ısrarla "Bu, kritik seçimi takip edin, liderlerle tek tek görüşün, Binezir'in, Nevaz'ın ya da Fazlurrahman'ın yanına karargâh kurun" demiştim. Binezir'in seçimden birinci çıkacağı kesindi. Ve bu seçim Pakistan için önemliydi.

Kâbil'e karanlıkta girdik. Hedefe vardık. Erdal yola çıkmaya hazırdı. Eminî'ye bu yorgunluğun üstüne ona refakat etmesi için rica da bulunduk.

Sabah namazından önce Erdal'ı Eminî'yle Pakistan tarafına doğru dualarla yola vurduk.

Biz de kahvaltıdan sonra Hedeftekilerle vedalaştık. Dr. Atikullah'ın geldiği araçla havaalanının yolunu tuttuk.

Yorumlar (2)
celalettin bayram 15 yıl önce
Günümüzün Evliya Çelebisi Bahattin Abiye selam ediyorum.Zamana ve hayata vede müslümanların mazlumiyetine tanıklığa devam ediyor evliyamız.Bedenine sağlık,kalemine kuvvet diyorum...
HASAN KALE 15 yıl önce
Bu anılardan ve ümmetin halinden bizleri haberdar ettğin için Allah razı olsun. Yüreğine sağlık.
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?