Barış için hapise girdi
Vietnamlı bir Veteriner olan Jack Balkwill Amerikalı barış elçisi Kathy Kelly ile Irak’taki dramı tüm çıplaklığıyla ortaya koyan çarpıcı bir söyleşi yaptı.

Dünya Bülteni
Irak’taki savaş ABD tarihindeki en uzun savaştır, eğer illegal 2003 istilasından (Clinton'un “Çöl Tilkisi” gibi bombalama operasyonlarıyla bazen ara verilen) yaptırımlarla şimdiki işgale kadar uzayan Birinci Körfez Savaşı’da dikkate alınırsa Vietnam Savaşı’ndan da uzun bir savaştır.
Bu uzun savaş boyunca Kathy Kelly Irak halkının barışı için mücadele etti ve BM raporlarına göre 500,000 Iraklı çocuğun ölümüne neden olan vahşi yaptırımlara, karşı durmaya çalıştı. Nobel Barış Ödülü’ne üç kez aday gösterildi ve yaptıklarından dolayı hapse düştü. Söyleşisinde; barış, insan hakları ve sosyal adalet için mücadelesinin hikâyesini ve bu mücadelenin sonucu olarak Özgürlüğün Ülkesi’ndeki gözaltı ve hapis tecrübelerini anlatıyor.
Söyleşi Vietnamlı bir veteriner olan Jack Balkwill tarafından yapıldı.
Jack Balkwill: Irak’a ilk kez ne zaman gittiniz ve amacınız neydi?
Kathy Kelly: Ocak 1991’de Irak-Suudi sınırının Irak tarafında kamp kuran uluslararası bir barış aktivisti grubu olan Körfez Barış Grubu’na katıldım. Bağdat’a savaştan önce ülkeye girişine en son izin verilen uçakla gittim. Çöl kampına otobüsle giderken Güney Irak’taki Kerbela’dan geçtik. Grubumuz şehrin güzelliğine çarpılmıştı. Öğrenciler kisveleriyle zarif bir şekilde üniversitenin hurma ağaçlı yolları boyunca geziniyorlardı. Camiler gün ışığında parıldıyordu. Hepimiz Kerbela’ya tekrar gelme umudumuzu dile getirdik.
Körfez Barış Grubu’nun kampı ben oraya varırken telaş içindeydi. Çukurlar kazılmıştı, çadırlar kurulmuştu, yemek hazırlama ve temizlik görevleri paylaşılmıştı, dil ve kültürel farklılıklara karşın insanlar birbiriyle ilgili çok şey öğreniyordu.
1991 Ocak’ının 16. gününün gecesinde ABD Irak’ı bombalamaya başladı. 18 farklı ülkeden oluşan 72 kişilik ekibimiz yavaşça çadırlarımızdan çıktık ve bir araya toplanarak nerdeyse her beş dakikada bir başımızın üzerinden geçen uçakları izledik.
Kara savaşı yaklaşırken işgalci ABD güçlerinin yolunda olma şansımız daha fazlaydı. Fakat 28 Ocak’ta Iraklı yetkililer bizi Bağdat’ta bir otele getirdiler.
Bağdat’ta çok az elektrik vardı. Bununla birlikte bayanlar tuvaletinde ışık vardı. Ben oraya zaman zaman yazmak, okumak, anneler ve çocuklarla görüşmek için gidiyordum.
Anneler bana çok dostça davranıyorlardı ve çocuklar başlangıçtaki utangaçlıktan sonra oynamaktan çok mutlu oluyorlardı. Onları gece bombalama çok sıklaştığı zaman otelin bomba sığınağında tekrar gördüm. Babalar çocukları kollarına almış bir şey olmayacağını söylüyorlardı. Fakat erkeklerin yüzü kusursuz endişe ve korkuyu yansıtıyordu.
Gazeteciler tarafından terkedilmiş bir daktilo bulduk. Şeridi yoktu fakat Nikaragua’da hapishane de eğer temiz bir kâğıdın önüne bir karbon kâğıdı koyulursa daktilo şeridi görevini gördüğünü öğrenmiştim. Daktiloya mum damlattık ve hemen sonrasında grubumuzun niçin Bağdat’ta olduğuyla ilgili bildiriyi yazdım.
Iraklı bir yetkili bana bir şeyler yazacağımı söyledi sonra İngilizce yazılmasına ihtiyaç duyduğu bir belge getirdi. Önce çekindik—kendini tarafsız ilan etmiş bir grubun bir Irak hükümet yetkilisini desteklemesi doğru muydu? Mektubu okumamız istendi. Okuduk. Mektup; dönemin BM genel sekreteri Javier Perez de Cuellar’dan Bağdat ve Ürdün sınırı arasındaki otobanın bombalanmasının durdurulmasını isteyen bir mektuptu.
Bu yol mültecilerin çıkışı ve insani yardımın Irak’a girişi için tek yoldu. Grubumuz bu yolda Bağdat’tan çıkarak biraz seyahat etti ve yanan dumanlı araçlara şahitlik ettik. Şoförlerimiz yoldaki küçük kraterlerden dolayı geri döndüler. Çok tehlikeli bir güzergâhtı.
Mektubu; Cenevre Sözleşmesine göre, savaşan tarafların mültecilerin çıkışı ve insani yardımın girişi için bir yol bırakmalarının mecburi olduğunu bildiğimizden yazmayı kabul ettik. Memur bakan düzeyinde bir yetkili tarafından imzalanan buruşuk bir kâğıtla ve daha önce beş kez kullanılmış karbon kâğıdıyla geri geldi.
Düşünün bakanlık düzeyindeki bir yazışma; sizi bombalayan ülkeden, mum ışığında çalışan çoklu ulustan (extranational) biri tarafından terkedilmiş bir daktiloyu kullanarak buruşuk bir kâğıda yazılıyor. Bu Irak hükümetinin güvendiği şeydi, şimdi de Pentagon’un kullanımına sunulan desteği bir düşünün.
Bağdat’ta Ocak’ın 31’inde kaldığımız otelin hizmetli bölümüne bir bomba düştü. Iraklı yetkililer, Irak’ta ailelerle birlikte kalmak isteyen 33 kişinin pasaportlarına vize damgası vurduktan sonra bizi tekrar otobüslere doldurdular. Bize başka bir zaman Irak’a gelmemizden hoşnut olunacağı söylendi. Otobüsle Irak-Ürdün sınırından geçen en önemli Irak otoban yolu boyunca yolumuza devam ettik.
Çöl fırtınası devam etti. Biz ona çöl katliamı adını verdik.
Körfez Barış Grubu’nun birçok üyesi insafsız bombalama ve yıkımın sonlandırılması için eylemler yapmak üzere ülkelerine döndüler. Irak’a dönüş vizesi olanlarımız elimizden geldiğince Irak’ta şiddetle ihtiyaç duyulan tıbbi ilaç konvoylarını organize ettik.
Eğer ABD ve İngiltere otoriteleri kendi ülkelerinden sıradan insanların tıbbi yardım götürmek için bu yolu kullandıklarını bilseler hareket halindeki her aracı askeri bir hedef olarak görmeye daha az meyledeceklerini düşünüp Ürdün-Irak sınırı ve Bağdat arasındaki yolu emniyete almayı umuyorduk. Konvoy projesinin ilanı ABD savaş planlamacılarına Cenevre sözleşmesini hatırlatacaktı.
Birkaçımız, Ürdünlü eczacı ve yardım organizasyonlarından Irak’a sağlanan ilaçların ulaştırılması için daha fazla bilgi edinmeleri için çağrıda bulundu. Ürdünlü bir iş adamı olan Nidal Sukhtian projemizi duymuş ve bir kamyon süt tozu bağışlamaya karar vermişti. O aynı zamanda araçların petrol parasını vermeye, bir şoför kiralamaya ve bir mütercimle bize yardımcı olmaya gönüllü olmuştu.
Aniden projemiz dikkate değer hale gelmişti. Medya ile bağlantı sorumluluğunu üstlendim. NBC TV’nin bir muhabiri ayrılışımızı çekmeye karar verdi. İsmini hatırlamıyorum fakat bizi, tırlara yiyecek ve ilaç yüklerken ve savaş bölgesine geri dönüşümüzü çekmesi ve tarih ile saatleri ayarlamamız için yaptığımız düzenli telefon görüşmelerini hatırlıyorum.
Planladığımız ayrılık gününden bir gün önce BM’den birileri sonunda bize ulaştı ve güzergâhımızı BM kontrol noktasından geçecek şekilde düzenlemediğimiz için konvoyumuzun Irak’a giremeyeceğini söyledi. Yaptırımlar Irak’a nerdeyse bütün eşyaların girişini yasaklamıştı sadece çok az bir tıbbi destek ve ilaç için izin veriliyordu.
Süt tozu sevkiyatımızın kontrol noktasından geçmeyeceğini fark ettiğimizden uzun bir görev dağılımı listesi hazırladık: kamyonların boşaltılıp malın sahibine gönderilmesi, listede Irak’a girişine izin verilen mallardan bulabildiklerimizin taşınması için iki küçük kamyonet bulunması, eczacıların aranması, yeni bir benzin parası kaynağı, yeni sürücüler, basın açıklamasının değiştirilmesi, yola çıkış zamanının değiştirilmesi gibi görevler dağıtıldı. Olayların çıldırtıcılığından NBC muhabirini aramayı tamamen unuttum. Bizi çekmek için yükleme alanının dışında çekim ekipmanıyla bekliyormuş ve hava yağmurluydu.
Onu, ikimizin de Irak’a girişimize izin verecek belgeleri almak için döndüğümüz Kızıl Haç ofisinde gördüm. Kızgındı. “Sen ve ekibin bir daha asla NBC’den çekim garantisi alamayacaksınız” dedi. Ben ne kadar üzgün olduğumla ilgili birkaç şey mırıldandım. Döndü ve gitti, biraz durup omuzlarının üzerinden bakıp ekledi “bunu sana söylememeliyim ama kamyonların boşaltılması haber yapıldı.” Kalbim çok kırıldı.
NBC kamyonlardan süt tozu kutularını çıkarırken ağlamaklı olan İskoç doktoru da çekmiş miydi, bu kare ABD’de evlere girmiş miydi, bu modern tarihte uygulanan en kapsamlı yaptırımlar hakkında bir bilincin oluşmasını sağlayabilirdi.
Hikâyeyi hatırladıkça hala utanıyordum, şimdi bile utanıyorum. Irak’a karşı yürütülen uzun savaş yıllarında boşaltılan tırlar haber olmaktan çıkmadığından utanıyor ve üzülüyorum.
Sadece birkaç gün önce bir BM raporu Irak’ta her üç çocuğun açlık çektiğini bildirdi. Bir yaptırım kombinasyonu, savaş ve işgal Irak’a dünyadaki en yüksek çocuk ölüm oranını getirdi. UNICEF tarafından 2007’de yayınlanan ‘Dünya Çocuklarının Durumu’ ile ilgili bir rapora göre Irak’ta beş yaş altı çocuk ölüm oranı 1990’da 1000 çocuktan elli iken 2005’te 125 olmuştu, yıllık ortalama kötüleşme oranı %6.1 artmıştı.
ABD önderliğindeki istila 2003’te başladığında, Bush yönetimi 2005 yılıyla birlikte Iraklı çocukların ölüm oranını yarıya düşürme sözü verdi. Tersine Irak Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 2006’da her 1000 çocuktan 130’nun ölümü vakıa halini aldı. Şubat 2007’de Irak Su Kaynakları Bakanlığı Irak nüfusunun ancak %32’sinin temiz içme suyuna ve %19’unun atık su sistemine erişebildiğini bildirdi.
İnsani yardımın her türlüsünü taşıyan konvoylar Irak’a gitmelidir. Aralık 2006’da bağışçı ülkeler BM Yüksek Mülteci Komitesi’ne söz verdikleri para yardımının yarısını kestiler.
Fakat 1991’e dönmeme izin verin çünkü 1991 yılının Mart’ının son günlerinde grubumuz sonunda Irak’a ilk geldiğimizde bizi çok etkileyen Kerbela şehrine döndü. Hurma ağaçlarının artık olmadığı enkaz ve kokan çöplerin çevrelediği caddeler boyunca giderken korkuyla bakındık.
Merkezi hastaneye gittik, içeri girdiğimizde ayaklarımız zemine yapıştı çünkü kan yüzeyi çok kalındı. Yataklar paramparçaydı, teçhizat dışarılara saçılmıştı. Çok kötü halde olan yığınların doktorları korkuttuğunu gördük. Lübnan iç savaşında Lübnan’da yaşamış Henry Selz, cadde boyunca yürürken binaların çatılarına yakın yerlerindeki mermi izlerini gösterdi. Yaşlıca bir kadın bizi kenara itip toplu mezarlar hakkında fısıltıyla konuştu. Sonra ne oldu?
Raslantısal olarak hala tamamlanmamış olan dehşet hikâyesinin parçalarını birleştirmeyi öğrendim.
Bir keresinde Margaret Thatcher; televizyonda, ateşkes ilan edildikten sonra Saddam Hüseyin’in generallerinin helikopterlerini alıp alamayacaklarını sorduklarında ABD’li generallerin “evet” dediklerine sonra saldırı helikopterlerini alıp alamayacaklarını sorduklarında ABD’li generallerin—yine “evet” cevabını verdiklerine dikkat çekmişti. Bu saldırı helikopterleri hiç beklemeden Güney Irak şehirlerinde isyan eden asileri takip etmek için havalandı: Amare, Kut, Necef, Nasıriye, Basra ve Kerbela şehirlerinde isyan edenleri avlamak için.
1991’de savaşı finanse etmeye yardımcı olan ABD’nin Irak’a karşı savaşındaki müttefikleri Suudi Arabistan ve Kuveyt baba Bush’a, Saddam Hüseyin’i güçlü bırakmasını aksi takdirde güneydeki Şii isyanlarının “kapı komşu” İran’a sempatik gelebilecek muktedir bir Şii hükümetinin Irak’ta kurulmasıyla sonuçlanabileceğini söylediler.
Bundan dolayı uzun ekonomik yaptırım rejimi Saddam’ı dışarıda zayıf içerde güçlü kıldı—bu yaptırımlar; savunmasız Iraklıların özellikle de çocukların nasıl etkileneceğine asla aldırılmadan her zaman Saddam Hüseyin’in, yalan veya doğru, kitle imha silahlarını edinmesini engelleme temelinde değerlendirilen cezai yaptırımlardı.
Jack: Irak’a giderek yaptığınız şeyin illegal olduğunu biliyor muydunuz?
Kathy: Irak’a ilk illegal gezim 1996’nın Mart’ındaydı. Arkadaşlar ve ben ABD’nin Irak’a ekonomik yaptırım uygulayan kanunlarını ihlal etmek için bir gezi planladık.
Jack: BM’nin 500,000 Iraklı çocuk Irak’a uygulanan ekonomik yaptırımların bir sonucu olarak öldü şeklindeki raporuna cevap olarak Madeleine Albright'ın “biz boşuna olmadığına inanıyoruz” şeklinde yaptığı açıklamayı duyduğunuz zaman ne düşündünüz?
Kathy: İlk aklıma gelen Iraklı arkadaşların bunu duymamış olmalarını dilemekti. Çok vahşiceydi eminim cümleye bakıldığında ilk akla gelen şeyi kastetmemiştir. Onun adına üzüldüm çünkü çok uzlaşmacıydı.
Önemli gazetelerde onun talihsiz açıklamasıyla ilgili teessüf bildiren bir açıklama bekledim. ABD’deki önemli gazetelerin hiç birinde böyle bir açıklama yayınlanmadı.
Bunun yerine bu ülkede şimdiye kadar bir kadının yükselebildiği en yüksek yere getirildi.
Jack: Biraz mahkemenizden bahsedebilir misiniz? Size yöneltilen suçlamalar nelerdi?
Kathy: 1988’de askeri alanı beş kez ihlal etmekten buna ek olarak da devlet malına birkaç kez zarar vermekten Missouri eyaletinin Kansas şehrinde federal bir yargıç olan Calvin Hamilton’un önüne çıktım.
1988 yılının 15 Ağustos’undan başlayarak ben ve 13 arkadaşım düzenli bir şekilde Whiteman Hava Kuvvetleri Üssü’ndeki nükleer füze silolarının olduğu mekânlara girdik. Bu mekânlar gösterişsizler. Sadece etrafı, zincirle birbirine bağlanmış üstünde dikenli teller olan çitle örülmüş, ortalama bir avlu büyüklüğünde kapalı bir alana dikilmiş “delil” niteliğindeki yerden yükselen beyaz sırığa aşina olduktan sonra bu siloların gömüldüğü yeri fark edebiliyorsunuz.
“Missouri Barış Dikimi
Hareket etmeden önce kıtalararası füzelerin daha önce çiftçilerin tarlaları olarak kullanılan toprakların altında olduğunun bilgisini yaydık. Dünyanın pek çok kesimi tarafından tahıl ambarı olarak bilinen Midwest (ortabatı) aynı zamanda nükleer bir merkezdi. 150 kıtalararası füze silosu Missouri eyaletinin Kansas şehrini çevrelemişti. Midwest’te toplam olarak 1000 kadar kıtalararası füze vardı.
Whiteman Hava Kuvvetleri Üssü’nde şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemlerinin olacağını haber verdikten sonra 15 Ağustos’tan başlayarak bazen parmaklıkları tırmanarak bazen kilitleri kırarak ve her zaman mısır dikerek bu mekânlara girmeye başladık.
Toprağın asla kitle imha silahı depolamak için olmadığını mısır ve buğday yetiştirmek için olduğunu iddia ettik. Bizi tutuklayan yetkililere kibarca toprağı suç olan amaçları için kullanarak ABD Hava Kuvvetleri’nin hukuksuz bir şekilde toprağı gasp ettiğini söyledik.
Serbest bırakılır bırakılmaz basın açıklamaları yaptık ve daha önceki hareketimizi tekrarladık. Kansas şehrindeki pek çok kimse ve diğer küçük şehirler yüzlerce nükleer füze mekânının; nükleer bir çatışma halinde kıtalararası füzeleri Midwest’i rahatça vurabilecek SSCB için bir hedef haline getirdiğini bilmiyordu.
Biz tamamen hapsedildiğimizde çok sayıda dindar kilise müdavimi, yüksek okullular, üniversite öğrencileri, sosyal gruplar ve medya, bir somun ekmeğinin arasındaki ustura gibi “tahıl ambarı”nda gömülü olduklarını iddia ettiğimiz nükleer füzelerle ilgili bilinçlenmişti.
Hareketlerimizden birkaç ay sonra Pentagon burayı; Whiteman Hava Üssü’nden MX uzay mekiği evine çevirme isteğinde bulundu (tren sistemiyle nükleer silahların taşınması için yapılan bir plandı böylece herhangi bir düşman yeni bölgeyi keşfedemeyecekti). Onların isteği “toplumdaki karşıt görüşten dolayı” reddedildi. Karşıt toplum görüşünü oluşturmak için elimizden geleni yaptığımıza inanıyorum.
Ocak 2004’te bir kez daha bir askeri bölgeye girme suçundan yargılandım. Hükümetin suçlamalarına itirazım olmadığı için federal bir yargıç olan G. Mallon Faircloth bana üç ay hapis cezası uygun gördü.
Bu üssün içinde Amerikalıların Okulu olarak adlandırılan, mezunlarının suikast, öldürme, işkence ve katliamdan suçlu bulunduğu Fort Benning’e girdim.
Jack: Nasıl itiraf ettiniz?
Kathy: 1988’de itiraf etmedim, 2004’te de “sessiz” durdum.
Jack: Cezanız ne kadardı ve siz ne kadar mahpus kaldınız?
Kathy: 1988–89’da bir yıllık cezanın dokuz ayını yattım. Cass kasabası hapishanesinden bir kadın benim cezamı öğrendiğinde “füzeler (ben şakacıktan bu adla anılıyordum) senin cezan hiçbir şey sadece bir dakikadır” dedi. Bir kaçı en az beş yıl mecburi mahkûmiyet cezasına çarptırılmış olan beraber mahkûm olduğum kadınlar arasında bir yıl gıpta edilecek kadar kısa bir zamandı. O anda on yıllık bir mahkûmiyet çok fazla uzun bir mahkûmiyet olarak görülürdü.
Fakat hafif ceza federal hapishane kampı olan Pekin’e kapatıldığımda buraya hapsedilen 300 kişilik mahkûmların %82’si şiddetsiz suçlar işlemişlerdi ve 8 yıl veya daha fazla ceza almışlardı.
ABD’nin kadın hapishanelerinde yaşanan dramlar....
Bu röportajın devamı salı günü yayımlanacaktır....
Tercüme: Ali Karakuş