İmtizâc-ı Akvâm
Namık Kemal, bu çok önemli makalesinde kavmiyet meselesine sadece bütün İslâm âlemini kucaklayan bir bakış açısıyla değil aynı zamanda bütün Osmanlı vatandaşlarını kucaklayan bir bakış açısıyla bakmaktadır.

İMTİZÂC-I AKVÂM (Kavimlerin Kaynaştırılması)
Devlet-i Aliyye’nin suret-i terekkübü nazargâh-ı mütalâaya alınınca bedâhete görülür ki hukukta birbiriyle müsâvi, menfaatte yekdiğeriyle müşterek ve fakat lisanda, cinsiyette ve hele efkârda mecmû’u birbirine ve herbin mecmû’una mugâyir birçok eczânın ictima’ından hâsıl olmuş bir heyettir.
Binâenaleyh gerek eslâfda gerek muâsırlarda bekâmızca misâl-i emniyet olabilecek bir cemiyet bulamayız.
Şu kadar var ki bu halde yaşamış veyahut yaşar bir cemiyet yok ise öyle bir halde bulunduğu için yaşayamamış bir heyet hiç yoktur. Ve mademki –cemiyyât-ı medeniyenin terekküb ve zavâl hususunda cihan cihan olalı en ziyade sürat gösterdiği- altı asr-ı ahîr içinde bin türlü felaketlere uğradığımız ve zaafın hadd-i intihâsına veya sevâlini görmediğiniz ve dembedem âlemin asayişe meyelânını müşehede etmekte olduğunuz- şu asr-ı terakkide bi-tariki’l-evlâ yaşayacağızdır.
Âlemin haline vüsatlice bir nazarla bakalım. Zâhirdir ki cinsiyet gibi, lisan gibi, mezheb gibi rabıtalar bir cemiyete nokta-i ictimâ’ olabilir. Fakat hiçbir vakit ictimâ’a katiyen karşı durur bir sedd-i mümânaat olamaz.
Buna delildir ki İngiltere’nin, Fransa’nın İspanya’nın, Portekiz’in, Belçika’nın, Felemenk’in, Almanya’nın, Avusturya’nın, İtalya’nın, Danimarka’nın, İsveç’in, Norveç’in her yerinde üç bin ile din ile bir dinsizlik, her yerinde birçok cins, her yerinde birden ziyade lisan olduğu halde vatan namıyla zuhurâtın tayin ettiği –ve hatta ekser yerlerde hikmet ve hendese gibi ahvâl-i tabiyeye değil siyaset veya askerlik mukteziyâtına bile Tevfîk etmeğe kimsenin muktedir olmadığı- bir hatt-ı mevhûm ile gösterilen yerleri herkes eczâ-yı hayatından ve belki hayatını o yerlerin eczasından biliyor.
Çünkü nazariyatta bir şekl-i mevhûmdan ibaret olan vatan fiiliyatca hukuk-ı mütesâviye ve menfaat-i müşterekeyi muhafazada taşlara, demirlere müstağrak olan istihkâmlardan bin kat ziyade kâfil olduğunda fikirler tamamıyla ittihad etmiştir.
Hal böyle iken acaba bizim vatanımız yok mudur? Bilakis! Bedihiyatın inkârı kabil olmadıkça bizim ve belki de hiçbir kavmin vatanı yoktur denilemez. Yahut vatan içinde hukukça müsavi mi değiliz? Bilakis! O derce müsaviyiz ki siyasiyata hangi fıkıh kitabına müracaat olunsa buna dair bir veya birkaç fetva ve kavaid-i umumiyeye taalluk eder hangi hat ve fermana bakılsa bu babda bir veya birkaç ibare görülmemek mümkün değil gibidir.
Hatta -bir asl-ı mücerrede isnadı kabil olmadığı için muhakkikler nazarında katiyen ma’dum addolunan- “hukuk-ı siyasiye” mevcut farz olunduğu halde dahi memleketimizde yine her mezhep ashabı o “hukuka” mazhariyette müsavidir.
Zira bir vakitler gördük ki bir hizmete tayin olunmak için mutlak Müslüman, mutlak Hıristiyan, mutlak Yahudi veya mutlak Arab, mutlak Kürd, mutlak Arnavut, mutlak Rum, mutlak Bulgar, mutlak Ermeni adem arandı. Fakat hiçbir vakit görmedik ki bir adem mücerred filan mezhebe veya filan cinse tabi olduğu için bir memuriyetten dûr edilmiş olsun.
Mülkümüzün hizmet-i kaza ve hizmeti, icrasından hangi şubeye müracaat olunsa içinde her –ve hiç olmasa ekser- cins ve mezhepten ademler mevcuttur.
Buna ise ahkam-ı şer’iyeye layıkıyla vakıf olan Müslümanlar kat’an itiraz etmez. Ve hatta edemez.
Zira ademdeki memur halkın velisi değil hakimidir, tayininde yalnız cihet-i istihkak aranır. Cins ve mezhebe bakılmaz. Nitekim kifayet İmam Maverdi’nin el-Ahkamu’s- Sultaniye’sinde tafsilen mesturdur.
Yahut menfaatimiz mugâyir midir? Bilakis! O derece muvâfıktır ki buraca umumdan ayrılmak menafi’nin esası olan mesele-i hayattan bile kat-ı ümmid demektir.
Sunûf-ı muhtelifemizin bulundukları mevaki’e bir muntazam harita üzerinde bakılsın. Adeta bir insanın ecza-yı aliyesi gibi kaffesi birbirine girmiş ve cümlesi ferdinin hem efradının hayat ve kuvvetine kafil olmuş bir halde görünmez mi?
Hiç Aza-yı âliyeden birinin vücuddan ayrılıp da münferiden hayata kalmasına imkân var mıdır?
Ya biz vatanımız içinde hukukça müsavi, menfaatçe müşterek bulunduğumuz halde lisan ve mezhep dai’yesiyle niçin birbirimizden ayrılmak isteyelim?
Dünyada ne kadar mütefekkir halk var ise cümlesi ittifak için türlü türlü namlar teharri eder dururken biz niçin mücerred medar-ı ittifak olacak isimler aramağı merak edelim?
İttifak-ı lisan nedir ki bir yerde oturur ve her halde birbirinin muavenetinden müstefid olur birçok ademin rabıta-ı ictima’ına halel verebilsin? Ebnâ-yı beşerin (insanoğlu) silsile-i ensâbı (soy kütüğü) Levh-i Mahfuzdan istinsah edilmedikçe (alınmadıkça) cins taksiminin hangi cüzünde dâhil bulunduğunu dünyada sahihan (doğru olarak) kim bilebilir ki o da’iyeyi vatandaşlık vezâifinde tercihde haklı olsun.
Arabistan istisna olduğu gibi bir heyet teşkiline kâfi olacak kadar –bir lisan söyler ve kendini bir bir cinsten addeder- nüfus mülkün neresinde mevcuttur?
Burada bulunan akvam şimdi vesile-i ihtilaf suretinde gösterilmek istenilen lisanların, cinslerini, mezheplerini bugüne kadar Devlet-i Aliye sayesinde muhafaza edebildiklerini ve ileride de yine o sayede hıfz edebileceklerini idrak edemezler mi?
Bir nam ile vatan-ı aslinin daire-i ittifakından ayrılan küçük küçük akvamın kaçı baki oldu? Baki olanların hangisi saadet buldu?
Kuvvet-i muvaffakiyyet, saadet-i medeniyet hep ittifak sayesinde hâsıl olduğu müsellemattan iken, biz efkar-ı alemin bütün bütün aksine yeni bir kaide mi keşfettik ki ikbal-i atimizin teminini tafrikada ayrılalım.
Hıristiyan mezhebi hiç siyasata karışır mı ki ittifak veya iftirak gibi sırf siyasî olan maddelerden o nam ile hareket kâbil olabilsin?
İşte bu mülâhâzat meydanda iken mebnâ ne lisan, ne cinsiyet, ne mezhep Rumeli’de, Anadolu’da bulunan akvamın imtizacına mâni sayılabilir?
Arabistan’a gelince vakıa orada başka bir lisan söyler ve kendini ayrı bir cinsten addeder milyonlar ile nüfus mevcuttur. Fakat Arapları uhuvvet-i İslamiye ve tabiiyet-i hilafet bize bir surette rabt etmiştir ki onun fekkine ‘olsa olsa Allah muktedir olur, olsa olsa şeytan arzu gösterir’.
Hâlâ biri cumhur, biri saltanat tarzında numûne-i hükümet İsviçre ve Belçika’da müteaddit lisanlar söylenmekte, Amerika’ya her sene kırk lisan söyler ademler giderek ertesi yıl kırk yıllık yerli hükmüne girmekte, her tarafta İslam ittihada çalışmakta, âlemin erbâb-ı tahkiki ebnâ-yı beşer arasında imtizaca mani ne kadar esbab var ise cümlesinin izelesini aksa-yı makâsıd bilmekte iken Arablık, Tunusluluk, Mısırlılık, Yemenlilik namıyla vahdet-i kelimeden ayrılamaya kimsenin hakkı ve kudreti olmadığını hissetmeyen veya hisstemek istemeyen olur ise şeriat her ne vasıta ile olur ise olsun sem’ü basar ve akl u vicdanının perdelerini yırtarak bu kaikati irâe ve isma’ ve ifhâm ve iknaa her halde muktedirdir.
Bu ifadeden anlaşıldı ki Arapların vücudu dahi mülkümüzde bir tohum-ı tefrika peydâ edemiyor.
Binâenaleyh, biz hiçbir suretle zaruri ittifak etmek mahkumiyetinde değiliz.
Ya imtizacımızın esbabı nedir? denilirse bizim itikadımızca öyle bir suale şu birkaç kelime ile cevap verilebilir: Aramızda ittikad-ı efkar hasıl olamamış. Herkes birbiriyle imtizac etmak istiyor. Fakat herkes diğerini o imtizaca yanaşmaz zannediyor. Binaenaleyh bu türlü mehasini hükümetten bekliyor.
Şurası malum olmalıdır ki bâlâdan vürûd eden bir kuvvet bir takım eczayı olsa olsa tefrik edebilir; (hiç) bir vakit mecz edemez.
İnsanlar beyninde imtizâc ülfetle hasıl olur. Çocuklukta ve bahusus mektepte vücuda gelir. Şimdi şu imtizâc maksadınca bize lazım olan her cinsten, her mezhepten çocuk kabul eder mektepler yapmaya çalışmaktır.
Basiret’de dahi denilmişti ki bir kere evlad-ı vatan muhtelif mekteplerden çıkarılsın. O zaman aralarına tefrika bırakmak na-kabil olur. Nitekim daha fidan iken birbirine sarılan iki ağacı büyüdükten sonra ayırmak ikisini birden köklerinden çıkarmaktan müşkil olur.
Kaynak: “İmtizac-ı akvam”, ibret, No: 14, 26 Rebiulahır 1289/20 Haziran 1288, s. 2
Bu makale için ayrıca bkz. Namık Kemal, Makalat-ı Siyasiye ve Edebiye, s. 241-247; Mehmet Kaplan vd., Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Matbaası, 1978, s. 213- 217; Özön, a.g.e., s. 91-95
Bu makale Dergâh Yayımları arasından çıkan Namık Kemal’in makalelerin derc edildiği “Osmanlı Medornleşmesinin Meseleleri” adlı kitaptan "Dünya Bülteni" tarafından alıntılanmıştır.