Mağlup edilen darbe girişimi, saptırmalar, gerçekler
Gülenistler Türkiye’de muazzam bir kapasiteye sahip bir aktör olarak hareket etmeye başlamışlardı. Fakat siyasi faaliyetlerini hiç bir şekilde yasal bir siyasi örgütlenme gibi yürütmediler. Sivil toplum yapılanması görünümü, siyasi güçlerinin gerçek kaynaklarını örtme fonksiyonunu gördü

Levent Baştürk
Türkiye 15 Temmuz günü bir darbe girişimine tanık oldu. 1970’lerden başlayarak devleti ele geçirme amacında olan din referanslı bir batıni kült örgütü sistemli bir şekilde devlet kurumlarına sızmaya başlamıştı. Artık yeterince güçlenmiş olduğuna inanan örgüt, ilk olarak Şubat 2012’de, dönemin siyasi iktidarına karşı harekete geçti. Örgüt mensubu yargıya sızmış bir başsavcı yine örgüt mensubu emniyet elemanlarının da desteğini alarak MIT Müsteşarı’nı tutuklama amacıyla sorgulamaya yeltendi. Aslında bu müsteşar üzerinden dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı bir operasyondu.
Bunu 17-25 Aralık 2013’teki operasyon izledi. Türk kamuoyunun algısını ülkede yolsuzluk iddialarıyla manipüle etmeye yeltenen oluşum, adli kurumlardaki ve emniyetteki uzantılarını devreye soktu. Amaç bir yargı darbesiyle Erdoğan hükümetine son vermekti. Bunda da başarılı olmadı.
Aralık 2014 kalkışmasının ardından, rejimin kurumlarını kullanarak ve rejimin kurallarını manipüle ederek iktidarı deviremeyen kült oluşumunun devlete sızmış kalıntılarının temizlenmesi için devlet harekete geçti. Gidişatın kendisi için bir çıkmaz sokak olduğunu gören oluşum sonunda sistem dışına çıkmaya karar verdi. Bu defa askeri darbe yoluyla devleti ele geçirmek amacıyla, ordunun çeşitli birimlerine sızmış olan uyuyan hücreleri devreye sokmak suretiyle, 15 Temmuz günü harekete geçtiler.
Darbecilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı etkisiz hale getirmeyi başaramamaları, darbenin icraatı safhasında hükümetin elini hem maddi hem de manevi olarak güçlendirdi. Ayrıca darbe girişimi önemli ölçüde Ankara ve İstanbul illerinde hakimiyeti ele geçirmeyi amaçlamıştı. Bu durum ilerleyen saatlerde darbecilerin aleyhine gelişti. İletişim ve medya üzerinde denetim sağlayamamaları, havaalanlarını ele geçirememeleri ve hükümet yetkililerini pasifize edememeleri girişim için büyük bir handikap oluşturdu.
Ancak, batini kült oluşumunun askeri devreye sokarak giriştiği devlete karşı bu başkaldırısının en temeldeki başarısızlık nedenleri başka unsurlarda yatıyor.
Bunların başında, AK Parti’nin iktidara geldiği ilk günden beri sürekli olarak askeri vesayet sistemini ortadan kaldırmak için verdiği sistemli ve tedrici mücadele geliyor.
İkinci önemli faktör ise, 15 Temmuz’da darbe için yola çıkan kült oluşumu mensuplarının halk desteğinden yoksun olmalarıdır. Giriştikleri eylemin hiç bir toplumsal kabul zemini yoktu. Muarızları ise 2002’den beri her seçimde sürekli oyunu artıran bir siyasi parti ve halkın yarısının desteğine sahip karizmatik bir Cumhurbaşkanı vardı. Ayrıca, Ak Parti iktidarı döneminde sağlanan göreceli ekonomik istikrar ve büyüme sonucunda büyümüş ve milli irade safında duran güçlü bir orta sınıf da karşılarındaydı. Bir anda halk kendini sokaklara attı ve milli iradeye sahip çıktı. Daha önce dört kez askeri darbenin başarıya ulaştığı ülkede bu bir ilkti.
Son olarak da, 15 Temmuz günü harekete geçen darbeci grubun ordunun zirvesinden, yani en üst düzey komutanlardan destek alamaması girişimin başarısızlığına neden olmuştur. Darbeciler daha çok devlete sızmış dış bağlantıları olan Fethullahçı kült oluşumunun elemanlarıydılar. Ordu’nun kilit makamlarına sızmış olmalarına rağmen, orduya hakim değildiler. Ayrıca güvenlik teşkilatının diğer önemli unsuru polisi de karşılarında buldular.
Batı medyasının çifte standardı
Türkiye’de halkın askeri darbeyi önlemek için meydanlara inmesi ve kendisini tankların önüne siper etmesi, yakın dönem Türk siyasi hayatının en önemli vakalarından biridir. Hal buyken, Batılı yorumcuların ve yetkililerin halkın iradesine sahip çıkmasını görmemezlikten geldiklerini görüyoruz. Bunun yerine hükümetin darbecilere vereceği karşılık üzerine yoğunlaşarak çeşitli spekülasyonlar yaptıklarına tanık oluyoruz. Ortada apaçık bir oldubittiye “hayır” diyen bir halk manifestosu varken, “Batılı olmayan bir ulusun kaçınılmaz demokrasi açığı”nı ortaya dökme telaşı içinde oldukları dikkatimizi çekiyor. Adeta “ne yaparsanız yapın, demokrasi sınavını geçemeyeceksiniz” uslubunu dışa vurmalarını gözlemliyoruz.
İktidara geldiği günden bugüne askeri vesayetin alanını daraltan bir iktidar var Türkiye’de. İşte bu vesayete set çekilmesidir ki, 15 Temmuz’da halkı oyuna sahip olmak için meydanlara döktü. Oysa Batı basınının çoğunluğu bunu gözardı etti. Bunu yaparken de Türkiye’de 2002’den beri sürekli oyunu artıran bir iktidarı şeytanlaştırmadan yola çıktılar. Dolayısıyla, milli iradesine sahip çıkan bir halkı neredeyse suç işlemiş durumuna soktular. 15 Temmuz darbesinin başarıya ulaşamamış olmasıyla hayıflanır bir görüntü çizdiler ve geçmiş darbeleri de adeta onurlandırdılar. Çünkü o darbeler güya laikliği, sözde dini devlet özlemi çekenlere karşı korumuştu. 15 Temmuz’un başarısızlığına üzülürken de aynı mantık üzerinden hareket ettikleri görülmekteydi. Onlara göre Recep Tayyip Erdoğan’ın da nihai amacı din devleti idi. Oysa Erdoğan 2012 yılında çıkmış olduğu Kuzey Afrika gezisinde ziyaret ettiği ülkelerde laiklik çağrısı yapmış bir liderdi.
BBC ve The Independent gibi medya organları adeta Erdoğan karşıtı propagandaya dönüştürdüler yayınlarını. Hatta bir BBC yorumcusu “Erdoğan’ın öldürülememiş olmasının darbecilerin bir hatası” olduğunu ifade etme cüreti bile gösterebilecekti.
Batılı yetkililerin, uluslararası örgütlerin ve kurumların tavırları da medyadakinden farksızdı. Demokrasi dersi vermiş olan Türkiye halkının adı yoktu. Varsa yoksa bütün dertleri, başarısız darbe girişimi sonrasında devletin 250 insanın ölümüne neden olanlardan nasıl hesap soracağı olmuştu. Acaba hükümet asıl faillerin üstüne mi gidecekti, yoksa önceden hazır olan listelerdeki isimlerin peşine mi düşecekti?
Bunları yaparken de unuttukları şuydu: ABD ve AB üyesi devletlerin çoğunda terör zanlılarının somut bir suçlama olmaksızın gözaltına alınmasına ve tutuklanmasına imkan veren yasaların varlığı.
Türkiye’de halkın milli iradeye sahip çıkması şu gerçeği de ortaya koydu: Batı’nın Ortadoğu’da izlediği çifte standartlı politikaları, sahip olduğunu iddia ettiği yüksek ahlaki zeminin aslında aldatıcı ikiyüzlülüğün bataklığında yeşerdiğini gösteriyordu.
“Dini görüşlerin çatışması” bahane, dezenfermasyon şahane!
Batı medyasında dile getirilenler ve Batılı yetkililerin tavırları bağlamında 3 Ağustos tarihli, ABD’nin etkili yayın organlarından Foreign Policy Dergisi’nin websitesinde çıkan bir yazı dikkati çeken bir özellik taşımakta. Erdawd Luttwak imzasını taşıyan yazı ciddi manada Batı kamuoyunu olumsuz biçimde etkilemeye yönelik bir dezenformasyon niteliği taşıyor.
Luttwak yazısında devlet kurumlarından Gülenist kült hareketinin unsurlarının temizlenmesini bir “dini ayrımcılık savaşı” olarak değerlendirmiş. Bu noktaya nasıl gelindiğini ise Luttwak özetle şöyle izah ediyor:
Erdoğan ve Gülen, ordunun da içinde yer aldığı seküler elitlere karşı bir ittifak oluşturmuşlardı. Ancak ikisi arasında uzun vadede uzlaştırılması imkansız bir ayrışma noktası vardı: Her ikisinin İslam anlayışları tamamen birbirlerine zıttı. Gülen ılımlı, uzlaşmacı, başka dinlerle ve İslam’ın farklı yorumlarıyla birarada yaşamayı kabullenmiş bir anlayışa sahipti. Buna karşılık Erdoğan, bütün dünyayı fethetmek isteyen katı bir Sünni yorumuna bağlıydı. 2009 yılına gelindiğinde, Gülen içinde yer aldığı ittifakla nasıl bir tehlikenin ortaya çıkmasına yol açtığını farketti ve Erdoğan’ı tasfiye etmek için fırsat kollamaya başladı.
Bu bağlamda, Luttwak’a göre başarısız darbe sonrası devlet kurumlarından Gülenistlerin uzaklaştırılması bu nedenle dini ayrımcılığa dayalı bir savaş özelliği taşıyor!
Luttwak’ın yukarıda özetlenen yaklaşımının Türkiye’de yaşanılan gerçeklikte bir karşılığı bulunmuyor. Erdoğan ile Gülen farklı din anlayışlarına sahip olsalar bile, Gülenist kült hareketiyle Türkiye’de mevcut iktidar arasında yaşanan sorun tamamıyla siyasal bir nitelik taşıyor ve bu nedenle de içinde karşı karşıya olduğumuz sorunu anlamak için siyaset bağlamında kalınarak yapılan bir açıklama anlamlı olacaktır.
Her şeyden önde Erdoğan ve arkadaşları 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurduklarında İslamcı bir oluşum olmadıklarını defalarca ifade etmişler ve kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamışlardı. Kısaca, Ak Parti toplumun sosyal, kültürel ve tarihi değerleriyle barışık muhafazakar bir kitle partisi olarak yola çıkmıştı. Bir kitle partisi olarak da başından beri her çeşit toplumsal kesimi bünyesinde barındırmayı amaçlamıştı. Yani bir yerde, tek bir çatı altında toplanmış bir “büyük koalisyon” söz konusuydu. Bu bağlamda kapıları Gülen hareketine de, diğer dini sosyal oluşumlara da açıktı. Dolayısıyla, destek kitlesini oluşturan şu veya bu grupla dini doktrin açısından bir ikilem yaşaması gibi bir sorunu yoktu.
Kitle partisine destek veren unsurlardan biri olarak Gülenistlerden beklenen, diğer sivil toplum unsurları gibi hareket etmesiydi. Elbette, toplumsal taleplerini karar vericilere taşıyan bir baskı grubu gibi hareket etmelerinde bir sakınca olamazdı.
Lakin Gülenistler, halka gitmiş ve ondan onay almış bir oluşum olmamasına rağmen, kendilerini iktidarın ortağı olarak gördüler. Hatta devletin sahibi gibi görmeye başladılar. Bu çercevede iktidardan sürekli taviz beklediler. İstediklerini alamadıklarını düşündüklerinde kendi cemaat ağlarını kullanarak, devlet kademelerini ele geçirmek için hummalı bir çaba içine girdiler.
Gülenistler Türkiye’de muazzam bir kapasiteye sahip bir aktör olarak hareket etmeye başlamışlardı. Fakat siyasi faaliyetlerini hiç bir şekilde yasal bir siyasi örgütlenme gibi yürütmediler. Sivil toplum yapılanması görünümü, siyasi güçlerinin gerçek kaynaklarını örtme fonksiyonunu gördü. Sahip oldukları gücün en önemli kaynağını da devletin çeşitli kurumları içindeki uzantıları oluşturuyordu. Devlet içindeki bu uzantılar kendi çıkarları söz konusu olduğunda, devletin her türlü resmi ve yasal karar verme süreçlerini gözardı ederek hareket ediyorlardı. Kısaca, karşımızda devlet kurumlarının kılcal damarlarına kadar sızmış olan fakat siyasi sistemin kurallarıyla kendisini bağlı görmeyen bir aktördü.
Ayrıca, Gülenistlerin devlet içinde oluşturduğu paralel yapılanma yoluyla güç kullanımları açık suistmallere yol açmaya başlamıştı. Emniyet ve yargı içine sızmış unsurlarını, bazı siyasi hesaplarını görmek için, rakip gördüklerine karşı keyfi bir biçimde kullanmaktan çekinmiyorlardı. Dolayısyla, iktidara rağmen sistemin kurallarına karşı hareket eden bir siyasi güç ortaya çıkmıştı. Böyle bir çalışma tarzını benimsemiş bir yapılanmaya karşı türü ne olursa olsun hiç bir siyasi yönetimin müsahamakar olması imkansızdı. İktidarın artık kendisine karşı kayıtsız kalmayacağını anlayan yapılanma son hamle olarak da 15 Temmuz’daki darbe girişimine yeltendi.
Gülenist yapılanmayla meşru iktidar arasında yaşananları bütün boyuylarıyla açıklamak için dış faktörlere de değinmek gerekiyor. Ancak bu yazı kapsamında buna yerimiz kalmadı. Bir iki cümleyle dediklerimizi toparlayacak olursak olanları şu şekilde toparlamamız mümkün: Mevcut sorunu iki farklı dini perspektifin çatışması olarak göstermeye çalışmak veya otoriterleşen bir rejimin kendisine tehdit olarak gördüğü bir oluşumu tasfiyesi şeklinde açıklamak, Erdoğan-Gülen kült arasındaki çatışmayı saptırmaktan ibarettir. Sorun doğrudan, kendini devlet olarak gören devlet içine sızmış bir yapının bütün kural ve kanunları hiçe sayarak ülke dışından da aldığı destekle devleti ele geçirme teşebbüsüdür.