Çözülmeden ve erimeden
Küreselleşmenin bu versiyonuyla mücadele etmek elzemdir. Çünkü yırtıcı karakterli bir yayılmayı öngörüyor ve yaygın medya alanının marifetiyle algımızla oynuyor. Algımız üzerinde oluşturduğu konum sayesinde hedeflerine yürümede acımadan, kararlı saldırılarını devam ettiriyor. İnsan düşmanı bir küreselleşme evrensel değerlere sahip olamaz.
Doksanlı yılların başında ilk Körfez Savaşında başlayan meydan okumayla birlikte, yeryüzünde medeniyetlerin süreçlerini tamamladığını ve artık son Batı versiyonunun tek ve kalıcı uygarlığı temsil ettiği fikri ortaya atıldı.
Pek çok ülkenin gündemi bu konuyla kilitlenirken yeni işgal ve etki alanları devreye alındı. Henüz, düştüğü ulus devlet batağını kavrayamamış İslam toplumları üzerinde geliştirilen canlı otopsi sayesinde, insanlığın geleceğine ait sözü olan değerlerin algılama biçimi değiştirildi.
Son on yıl öncesine ait algı ile günümüzdeki arasında çok farklı bir bakış açısı mevcut. Şüphesiz rüştüne savaş ortamında eren, içimizdeki savaş mezhebi mensuplarının da küresel gücün değirmenine su taşıdığı, hala yaşamakta olduğumuz bir gerçek.
Topyekûn İslam dünyası, asırlardır devam eden içten ve dıştan çok yönlü sıkıştırma ile karşı karşıya. Bu baskıyı sadece coğrafyanın cazibesiyle, stratejik konumla izah edemeyiz. Evrensel karaktere sahip ve insanı her mekan ve zamanda kucaklayan kurtuluşa taşıyan bir dinin kimyasını bozmak ve mensuplarını farklı tepkilerle, önyargılı psikolojiye sürüklemek, aslında işgal ve saldırıların görünmez ancak, bilinçle ele aldıkları işlerin başında gelmektedir.
İslam’ın benimsenme gücüne baktığımızda, Mekke’nin fethiyle birlikte büyük atılım kazanmış ve geniş coğrafyalarda insanı huzur içinde yaşatma çabası gütmüştür. Hz. Ömer’in kaygısını dikkate aldığımızda bugünün sorununu daha iyi anlamış oluruz.
Halife insanlara doğru bilgiyi verecek alim yetiştiremeden yapılacak fetihlerin sağlığı konusunda endişe duyuyordu ve tabiri caizse, frene basmanın gereğine vurgu yapıyordu.
Afganistan’da Sovyetlere karşı verilen başarılı mücadele sonucunda, savaşı başaranlar, kendi aralarında barışı başaramadılar. Ve dışarıdan müdahaleye açık hale geldiler.
Yaptıkları yirmi yıllık mücadelede enstrümanları silah olmuştu ve onunla düşünebiliyorlardı. Rabbani ve Hikmetyar taraftarları arasındaki çatışmada yüz altmış bin kişi hayatını kaybetti. Aynı ortamda yetişen yeni kuşak Taliban, savaşın çocukları olarak iktidarı ele almakla kalmadı anlayışını farklı bölgelerdeki çatışmalara da aktardı. Irak’taki alt yapının harcı da böyle atılmış oldu.
Çetin zamanlardayız, sadece ülke ve gelecek kuşatması altında değiliz, en tehlikeli olan algımız ve hüküm çıkarma yetimiz işgal altında. Kısmi Mankurtlaşmaya muhatabız. Buna rağmen hala umut olan söylemin mensubu olarak, sadece kendimizden de değil, bütün insanlıktan mesul olduğumuz bilinciyle hayatı kucaklama durumundayız.
Türkiye’de yaşanmakta olan ayrışmanın sesiz akışını görme ve çözüm üretme durumundayız. Seksenlerle kıyas ettiğimizde iki yönlü savrulma içinde olduğumuzu görme fırsatı yakalayabiliriz. Başarının insana nasıl bir tuzak olduğunu, kendi öykümüzden çıkarmak mümkün.
İki etnik uç arasındaki mesafe iyice açılmış durumda. Milliyetçilik masum kılıflarla dünün cihanşümul söylemli zihnini kötürüm hale getirmiş.
Hükümet olmayı devlet ve iktidar olmakla karıştırmış ve meşruiyeti tasavvura değil, günlük makyaja atfedenler en kuvvetli bayrak sallayanlar haline geldi. Devlet şerhsiz ve gerekçesiz içselleştirilmiş.
Diğer taraftan, Kürt sorununda örgütün bölge üzerinde oluşturduğu baskı ve etkinin cazibesine kapılan aynı düzeydeki müminler, yeni bir düzen kurulduğunda orada yerlerini alma hevesiyle, geç kalmış ulusçuluğu sahiplenmede mazeret oluştururken, suçu mazlumiyetlerine sahip çıkmayanlara yüklemede sakınca görmüyorlar.
İki uçlu itme ve uzaklaşma hali, iki izafi başarının etkisiyle büyük bir değerden ve insanlığı kuşatacak söylemden mahrum kalıyor. Bu durum bölgesel ilişkileri büyük algının talebi doğrultusunda düzenlemenin algısından kopuk olmadığı da anlaşılıyor.
Birbiriyle kan davalı olan bir dünyanın evrensel düşünebilmesi, tasavvurunu sahih bilgi ışığında kurabilmesi mümkün olabilir mi?
Düşmanı kendi kardeşinden seçen ve mücadele için silahı küresel güçlerden edinenin konumu, değişik bir kölelik durumuna denk düşer.
Müslüman olmanın, ümmet kavrayışı ile ona uygun adalet düşüncesini kurmanın gereğini belleme ve çabuk, kolay kaybetmeme durumundayız.
En küçük bir esintiden bayram havası çıkarıp iddiayı zayıflatmak, sorumluluğu belli kişilere yüklemek en büyük açmazımız. Kendisi evrensel olan ve haberini/iddiasını bin dört yüz küsur önceden veren söylemin mensuplarının dar bölgelere kabile anlayışıyla sıkışıp kalması tam bir trajedi konusu.
İnsanı ihya edecek evrensel söylem yerine, insanı imhaya yönelen yırtıcı küreselleşmenin zirvede yer alması Müslümanları daha bir sorumlu kılıyor.