'Think Tank'lerin Avrupa'daki Ataları
Her biri dünyanın farklı “yakıcı problemlerini çözmek üzere” kurulmuş gibi duran düşünce kuruluşlarının kimi zaman işlevsel verileri oluşturmada rol oynadığını görürken kimi zaman da veri oluşturmaktan ziyade söylem ve politika inşa etmede etkili olabildiklerini görüyoruz...

Deniz Baran
“Think tank”ler tuhaf kuruluşlar…
Bu yazıya esin kaynağı olan ve “think tank”lerin (Türkçeye çevirecek olursak “düşünce kuruluşlarının”) tarihine ışık tutan bir yazının ilk cümlesi buydu.
Sanıyorum ki bu yazıyı okuyanların birçoğu da bu cümleyi rahatlıkla kurabilir. Zira hem think tank/düşünce kuruluşu deyince kaçımızın kafasında oturaklı bir tanım beliriyor diye sorsak böyle bir tanım yapabilecek olanların çok az olması hem de kafalarda belli belirsiz bir tanım ortaya çıktığında da bu tanımın genelde “gizli politik ajandalar yürüten karanlık odaklar” tarzında olması, hepimizin, düşünce kuruluşlarını tuhaf ve anlaşılamaz yapılar olarak görmesine sebep oluyor.
Tabi ayrıca not etmek lazım, Türkiye de dâhil olmak üzere bizim bölgemizde düşünce kuruluşlarına gerekli ehemmiyetin gösterilmemesi ve bu kuruluşların rollerinin çoğu zaman küçümsenmesi de düşünce kuruluşu deyince kafamızda beliren şeylerin berrak olmamasına büyük katkı sunuyor.
Öte yandan, ABD gibi “süper güç” addedilen ülkelerde düşünce kuruluşlarının hem nicelik hem nitelik olarak oldukça gelişkin olduğu ve aktüel politikadan ekonomiye, tarihten başkaca sosyal alanlara kadar yaptıkları çalışmalarla oldukça önemli işlevler gördükleri de aşikâr. Her biri dünyanın farklı “yakıcı problemlerini çözmek üzere” kurulmuş gibi duran düşünce kuruluşlarının kimi zaman işlevsel verileri oluşturmada rol oynadığını görürken kimi zaman da veri oluşturmaktan ziyade söylem ve politika inşa etmede etkili olabildiklerini görüyoruz. Nitekim bunları oldukça iyi yapabilen Brookings Enstitüsü, Heritage Foundation, Chatham House gibi birçok kuruluş, bu sebeple, düşünce kuruluşu deyince aklımızdan ilk geçen kuruluşlar oluyor. Tüm bu manzaradan özetle çıkaracağımız sonuç ise “düşünce kuruluşu” deyince kafamızda canlandırdığımız şeylerin biraz daha somutlaşması ve bakış açımızın biraz daha netleşmesi gerektiğidir. Daha net bir bakışa sahip olmak, düşünce kuruluşu deyince kafamızda canlanan “komplo teorilerini” de tümden bir kenara bırakmamızı da gerektirmeyecek üstelik. Asıl mesele şu ki düşünce kuruluşlarından nasıl beklentilere sahip olmamız gerektiğine, bu kuruluşların içerisine oturdukları bağlama ve ortaya koydukları ürünleri nasıl değerlendirmemiz gerektiğine dair genel bir idraka sahip olmak, bu kuruluşların oynayabileceği rollere dair daha net değerlendirmelerde bulunmamıza yarayacaktır.
Yukarıda bahsettiğim (ayrıca linkini sunduğum) ve bu yazının geri kalanını kendisine tahsis edeceğim başarılı bir yazı ise bizleri, “düşünce kuruluşlarının” kökenlerini bulabileceğimizi varsaydığı bir döneme götürerek kafamızdaki tanımları ve bakış açımızı oturtmakta yardımcı oluyor. Amerikalı bir tarih profesörü olan Jacob Soll’ün Tablet Magazine’de yazdığı bu yazı, düşünce kuruluşlarının –en azından Avrupa’daki- geçmişine yolculuk yapmamızı sağlayarak bizlere düşünce kuruluşlarının ataları sayılabilecek muadil oluşumları görme imkânını sunuyor.
Düşünce Kuruluşlarının Kökleri Katolik-Protestan Çatışmasında Yatıyor
Soll’ün belirttiği kadarıyla, düşünce kuruluşlarının kökenini Orta Çağ’ın başlarına, MS 800’lü yıllara kadar götürmek mümkün. İmparatorların ve kralların, Katolik Kilisesi ile vergisel otoriteye dair ayrışmalar yaşadıklarında kendi savlarını savunacak uzman ekipler oluşturma ihtiyaçlarının ortaya çıkışıyla beraber düşünce kuruluşlarının ilk ve yalın örneklerinin de ortaya çıktığı öne sürülüyor.
Anca bu dönemden asırlar sonra, 1500 ile 1800 yılları arasında Katolik-Protestan çatışmasının Avrupa’ya hüküm sürdüğü günlerde dini ve hukuk tarih çalışmaları yapan uzmanların, kendi pozisyonlarını savunmak üzere arşivleri ve kütüphaneleri aşındırdığı dönemin, düşünce kuruluşlarının atalarının patlama yaptığı dönem olduğunu belirtiliyor Soll. Buna iyi örnekler olarak da Katolik Kilisesince ciddi bir tehdit olarak görülen uzmanlar grubu Magdebourg Centuries’in ve ona karşı tarihçi Caesar Baronius’un öncülüğünde kurulan Annales Ecclesiastici’nin adları yahut dönemin Fransız kardinallerinden Kardinal Richeliu’nun yönetiminin propagandasını yapan Theophraste Renaudot’a ait Paris’teki büro öne çıkıyor. Soll’e göre, biçimsel olarak bağımsız bir şekilde örgütlenen bu uzman-araştırmacı ekipleri, modern düşünce kuruluşlarının tam olarak ataları sayılabilirler. Nitekim Oxford İngilizce Sözlüğü’nün tanımına göre de “think tank”ler, bir grup uzmanın bir araştırma organizasyonu olarak örgütlenip spesifik ulusal veya ekonomik problemlere çözüm mahiyetinde öneri ve fikirler ürettiği yapılardır.
Soll, bugünkü düşünce kuruluşların atası sayılan “araştırma topluluklarının” 16. ve 17. yüzyılda daha da yaygınlaştığını belirtiyor. Örneğin, İngiltere’de Matthew Parker’ın ve Samuel Hartlib’in halkaları yahut Cambridge gibi köklü kurumların etrafında örgütlenen yapılar öne çıkarken, Fransa’da da yukarıda adı geçen ve daha sonra Fransız kralının başbakanlığını da yapan Richeliu’nun, 30 Yıl Savaşları’nı sona erdirecek anlaşma sürecine hazırlık yapması için Almanya’ya yolladığı tarihçi ve arşivci Theodore Godefroy’un adı öne çıkıyor. Birçok alanda uzmanlık kazanan Godefroy, belli bir hedef etrafında sentezleyebileceği bilgileriyle Fransa Kralı’na ciddi bir danışmanlık hizmeti sunan ve bu uğurda kişisel güçlü ilişki ağından faydalanmayı da ihmal etmeyen bir profil çizerek kendi dönemindeki yönelimleri iyi yansıtıyor diyebiliriz.
Godefroy, daha ziyade iyi bir danışmanın ve iyi bir lobicinin profilini çizerken yine Fransa’da neşet eden bir başka topluluk ise tam olarak bugünkü düşünce kuruluşlarının izlerini taşıyordu: Dupuy Academy. Pierre ve Jacques Dupuy kardeşlerin öncülük ettiği bu “akademi” sadece bir ilim öğrenme ve tartışmalar yapma topluluğu olmayıp Soll’ün deyimiyle kamu diplomasisi faaliyetleri de yürütüyordu. Özetle, belli bir ideolojik-düşünsel çizgiyi ya da belli bir grubun çıkarlarını takip eden bir şekilde politika önerileri üretiyorlardı. Nitekim bu akademinin beslendiği zeminde Avrupa’nın dört bir yanından akademisyenlerin, Fransa’dan parlamenterlerin ve Kilise’nin bulunması da böylesi bir topluluğun salt öğrenim faaliyetlerinden öte bir gaye için aynı düzlemde buluştuğuna işaretti. Hatta Soll’ün ifade ettiği kadarıyla, Dupuy Academy zamanla Fransız Krallığı’nın politika üretimindeki temel merkezlerden biri hâline dahi gelmişti.
Peki, bir tür “kalifiye elemanlar konfederasyonuna” dönüşen Dupuy Academy’i sıradan bir kral danışmanlığı bürosundan yahut akademiden farklı kılan neydi? Her şeyden önce biçimsel olarak bağımsız bir yapıydı ve kendi kurumsallığını kendi içinde tasarlamıştı. Salt öğretim faaliyetleri ile ilgili değillerdi; bu faaliyetlerin yanısıra araştırma, yeni elemanlar yetişmesi için burs sağlama, analizler yapma ve politika önerileri üretme işlevlerini de görüyorlardı. Ayrıca, kraliyet makamı dışında kendisine gelen farklıca gruplara da profesyonel olarak yardım veriyorlardı.
Düşünce Kuruluşlarının Kritik İkilemi
Günümüzde düşünce kuruluşlarının en büyük sorunlarından biri, onları maddi-manevi olarak destekleyen “odaklar” ile kurdukları ilişkinin mahiyetidir. Esasında, bir yandan bir misyon için var olması hasebiyle tümden bağımsız olması söz konusu olamayan (hatta söz konusu olmaması gereken) ancak öte yandan nitelikli bir fikri üretim yapmak için kendisine belli bir serbest alan ayrılması gereken kuruluşlardan bahsediyorsak şayet, böyle bir ikilemin-gerilimin doğması da son derece doğaldır. Zira düşünce kuruluşları, fıtratları gereği doğrudan yahut dolaylı olarak hizmet ettikleri/katkı sundukları odak(lar)la her daim hudutları belirsiz bir ilişki kurmaya mahkûmlar.
Bu “hudut sorunsalı”, düşünce kuruluşlarının etkilerinin arttığı 16-17 yüzyıl Fransa’sında da mevcuttu. Fransa’da 14. Louis’in son derece mutlakiyetçi yönetimi ve 14. Louis yönetiminin en kilit isimlerinden Jean-Baptiste Colbert’in bu doğrultuda yürüttüğü politikalar, Dupuy Academy gibi bağımsız hareket eden düşünce kuruluşlarını da olumsuz şekilde etkilemiştir. Colbert’in politikaları sonucunda ya Dupuy Academy gibi yapılar devlet yönetimine aşırı angaje olmak zorunda kalmış ya da buna dahi gerek kalmadan doğrudan saray içinde yapılanan ve doğrudan kraliyet tarafından fonlanan uzman danışma ekipleri kurulmuştur. Bu gruplar salt olarak kralın gösterdiği hedefler doğrultusunda (Avrupa’da hangi topraklara tarihi olarak kimin varis olduğunu kanıtlama yarışları gibi) güdümlü bir tarihçilik, hukukçuluk vs. yapmış ve “entelektüel” ağlar adeta bir propaganda yarışında söylemsel üstünlüğü kazanmak için kapılması gereken köşe taşlarına dönmüştür. Öyle ki Avrupa’daki krallar farklı ülkelerdeki saygın akademisyenleri kendi saray içi ekiplerine çekebilmek için o dönem için muazzam sayılabilecek maaşlar ödemeyi göze alabilmişlerdir. Fransız devlet adamı Colbert’in oluşturduğu ve Soll’ün yazısında da detaylarıyla zikredilen yapılar bunlara iyi örneklerdir. Öte yandan, saraylardan gelen “güdümlülük çağrısına” olumsuz yanıt verip fikri saygınlığını korumak isteyen isimler yahut Fransa’da Colbert’in şedit kültür politikalarının sona ermesinden sonra oluşan özgürlük ortamında kurulan ve kendi kendini finanse edebilen Encyclopedie gibi yapılar, düşünce kuruluşlarının tamamen güdümlü olması gerekmediğini hatırlatan iyi örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak, Soll’ün yazısında Avrupa’daki krallıkların bilhassa mezhep savaşları sonrasında yeniden tasarlanan Avrupa’da verdikleri meşruiyet mücadelesinin ve içlerine düştükleri kamuoyunu ikna (kısaca propaganda) yarışının, düşünce kuruluşlarının farklı biçimlerde serpilmesine nasıl bir katkı sağladığı rahatlıkla görülebilmektedir. Bu kuruluşların atalarına ulaşmaya çalıştığımızda böyle bir hikâyeyle karşılaşıyor olmak ise bize bugün için de çok şey anlatıyor diye düşünmekteyim.