Lozan zafer mi, yenilgi mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sözleri ile yeniden gündeme gelen Lozan Anlaşmasında birçok tavizler verilmişti

Genel 29.09.2016, 15:09 29.09.2016, 15:09
Lozan zafer mi, yenilgi mi?

Dünya Bülteni/ Haber Merkezi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün muhtarlara yaptığı konuşmada “Lozan bize zafer olarak yutturuluyor” ifadesi ile Lozan Anlaşması yeniden gündeme oturdu.

Lozan Barış Konferansı Türkiye ile itilaf devletleri arasında yıllarca süren savaşı sonlandırmak için toplansa da aynı zamanda hedefi yüzyılların ihtilaflı konularını çözecek bir hesaplaşmaydı. Konferansta ülkenin sınırlarından azınlıkların durumuna, boğazlar konusundan, nüfus değişimine kadar birçok mesele ele alındı.  

Lozan antlaşmasında Türkiye'nin Misakı Milli'de ilan edilen sınırlara göre büyük tavizler vermiş olması antlaşmanın başarı mı yoksa başarısızlık mı olduğu tartışmalarını günümüze kadar getirdi.

ALİ ŞÜKRÜ BEY İSMET İNÖNÜ’NÜN KONFERANSA GÖNDERİLMESİNE KARŞI ÇIKMIŞTI

Ali Şükrü Bey Lozan görüşmelerinde yoğun bir muhalefet yaptı. İsmet İnönü’nün Lozan görüşmelerine gönderilmesinin başlı başına bir yanlış olduğunu sıklıkla ifade eden Ali Şükrü Bey, İnönü’nün üzerine aldığı vazifeyi hakkıyla yerine getiremediğini dile getiriyordu. Lozan görüşmelerinin gidişatı ile ilgili olarak yabancı basında çıkan haberler ile TBMM’ye verilen resmi bilgilerin birbiriyle uyuşmadığını iddia etmesi ve ‘cephede kazanılan zaferin masada kaybedilmek üzere’ olduğu yönündeki muhalefeti mecliste büyük tartışmalara sebep oluyordu. 

Mecliste Lozan görüşmeleri ile ilgili bir oturumda Ali Fuat Cebesoy’un anlatımıyla şunlar yaşanıyordu:

"... Gazi Paşa konuşurken Meclis'e sinirli bir hava hâkimdi. Mustafa Kemal Paşa kürsüyü terk etmiyor, sualleri cevaplandırıyordu. Mebuslardan bir kısmı bulundukları yerlerden ayağa kalkmış konuşuyorlar, bir kısmı kürsünün etrafına gelip Gazi'ye cevap yetiştiriyorlardı. Bunların arasında Ali Şükrü Bey de vardı. Paşa, sözlerini tamamladıktan sonra Ali Şükrü Bey'in, 'Ben de konuşacağım' demesi üzerine hiddetli bir tavırla, 'Bir haftadır konuşmalarınızla memleketi zarardide ediyorsunuz' diyerek elleri cebinde, asabi bir halde kürsüden indi ve 'Maksadınız ne?' diye bağırarak Ali Şükrü Bey'in üzerine yürüdü. Bu sırada birinci ve ikinci gruba mensup mebuslardan bazıları Meclis salonun ortasında biribirlerine bağırmaktaydı. Gürültüler şiddetliydi, asabi hareketler oluyordu. Ali Şükrü Bey, 'Kimseyi ithama hakkınız yoktur' diye bağırıyor, Sinop Mebusu Hakkı Hilmi Bey, 'Meclis'te emniyet yok mudur?' diyordu. İki grup biribirine hasım cephe teşkil etmişlerdi. Bu durum biraz daha devam ederse müessif hadiselerin olması kaçınılmazdı. İş tabanca ve saire kullanmaya kadar varabilirdi. Güvenliği sağlamak için görevlileri içeri çağıramıyordum zira gizli celse yapılmaktaydı."  

Ali Şükrü Bey’in sözünü sakınmayan bu muhalefeti mecliste gerilimi artırırken Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olan muhalefeti kendisine yönelik düşmanlığın artmasına sebep oldu.  O tarihlerde Mustafa Kemal Paşa’nın muhafızlığını üstlenmiş olan Topal Osman Ağa, Ali Şükrü Bey’i adamlarıyla yanına çağırttı. Topal Osman’ın Samanpazarında bulunan evine götürülen Ali Şükrü Bey burada Topal Osman ve adamları tarafından katledildi. Cesedi Mühye köyüne götürüldü ve gizlice gömüldü. 

Ali Şükrü Bey’in iki gün boyunca mecliste görülmemesi üzerine arkadaşları onu aramaya koyuldular. 3.gün başına bir şeyler geldiği anlaşılmış ve meclis kaynamaya başlamıştı. Çok geçmeden cenazesi bir çoban tarafından bulundu. Cenazesi bulunduğunda avucunda Topal Osman’ın evindeki sandalyelerden birinin hasırının parçası vardı.  Kısa bir araştırmanın ardından cinayeti Topal Osman’ın işlediği tespit edildi. Mahkemeden hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Ancak Topal Osman Ağa teslim olmayı reddetti ve evinde çatışma sonucu öldürüldü. İdam kararı da çıkarılan Topal Osman’ın cesedi Ulus meydanında darağacında asıldı. 

Türkiye tarihinde önemli siyasi cinayetlerin başında gelen Ali Şükrü Bey cinayeti, Topal Osman’ın öldürülmesi sebebi ile tam olarak aydınlatılamadı. Cinayeti kendisi mi planladı yoksa azmettirenleri var mıydı? Bu hep cevapsız bir soru olarak kaldı.

TÜRKİYE TAZMİNAT YERİNE HARABE BİR KASABA ALDI

Lozan görüşmelerinin ilk bölümünde, tartışılan noktalardan biri de Yunanistan’dan istenen “savaş tazminatı” konusuydu. TBMM Hükümeti, Yunanistan’ın Anadolu’da yol açtığı ölümler, yıkımlar ve göçler nedeniyle, “1.341.639.505 Türk Lirası” tazminat ödemesini talep etti ve bu iddialarını kanıtlayan belgeleri, konferansın “Maliye ve İktisat Sorunları Komisyonu Başkanlığı”na sundu. Neticede TBMM Hükümeti tarafı haklı bulunarak yapılacak anlaşmaya tazminat ile ilgili bir madde konuldu.

Ancak, “Musul” ve “Kapitülasyonlar” meselesi başta olmak üzere uzlaşılamayan maddeler nedeniyle dağılan ve 23 Nisan 1923 günü yeniden toplanan konferansın ikinci tur görüşmelerinde bu konu, Müttefiklerce yeniden gündeme getirildi. Müttefiklerin önerisi doğrultusunda Baş temsilci İsmet Paşa, Başvekil Rauf Orbay ile ters düşmesine rağmen, talep edilen savaş tazminatından, Mayıs 1920’de Yunanistan’ın eline geçen ve Milli Mücadele boyunca da işgal altında kalan Karaağaç arazisi ile istasyonunun verilmesi karşılığında vazgeçti. Mustafa Kemal Paşa’nın da onayıyla bu konu, Britanya, Fransa, İtalya, Yunanistan ve TBMM Hükümeti arasında imzalanan “Karaağaç Arazisi İle Bozcada Ve İmroz Adaları’na İlişkin Protokol” ile anlaşma metninde yer aldı. Ve TBMM Hükümeti, Lozan Antlaşması’nın 59. Maddesine göre; Yunanistan’ın savaş sonuçlarından doğan mali durumunu dikkate alarak, onarımlar karşılığı olarak, Yunanistan’dan her türlü zarar-giderim talebinden kesinlikle vazgeçti.

Böylece, Türk-Yunan sınırını oluşturan Meriç Nehri’nin Batı yakasında bulunan, Mimar Kemalettin Bey’in eseri olan ve 1974 yılına kadar tren istasyonu, 1998-2011 yılları arasında Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası, şu an ise Güzel Sanatlar Fakültesi, İlhan Koman Resim ve Heykel Müzesi yerleşkesi olarak kullanılan yapı ile birlikte “Karaağaç”, 15 Eylül 1923 günü teslim alındı. Teslime ilişkin protokol, Edirne Vali Vekili Abdullah Naci Bey ile Yunanistan’ın Batı Trakya Vali Vekili Mavridis arasında “Karaağaç Belediye Dairesi”nde imzalandı.

Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde ayrıntılarıyla aktarılan teslim günü; Başlarında Erkan-ı Harp Miralayı Hüseyin Hüsnü ve Kaymakam Mümtaz Bey’ler’in bulunduğu polis ve asker kıtaları, sabah saat sekizde Fransız askerleri tarafından korunan Meriç Köprüsü’nden geçerek Karaağaç’a doğru hareket etti. Askeri ve mülki memurlardan oluşan bu kafile Edirne-Karaağaç şosesinde ilerlerken telefon ve telgraf hatları da döşendi, karakol binalarına bayrak çekildi. Daha sonra kafileyle birlikte “Karağaç Belediye Dairesi” önünde toplanmaya başlayan demiryollarının Türk müstahdemleri, civar köylerden buraya gelen kadın, erkek ve çocuklardan oluşan köylüler, askerleri sevinçle bağırlarına bastılar. Onlara kurbanlık koyun hediye eden köylülerin şükürle askerlerin ayaklarına kapanmaları duygusal anların yaşanmasına neden oldu. Edirne Vali Vekili Abdullah Naci Bey ile Kaymakam Mümtaz Bey’in, maiyetlerinde polis ve hukuk işleri müdürleriyle birlikte otomobille Belediye binası önüne gelmesinden sonra Yunan memurlar ile teslim protokolünün imzalanmasına geçildi.

Saat on ikide gerçekleşen imza merasiminden sonra Belediye dairesine çekilen bayrak, Türk, Yunan ve Fransız askerleri tarafından selamlandı. Yunan askeri, trenle Karaağaç’ı terk ederken, bölgede idari yapılanmaya girişilerek ilk etapta bir posta ve telgraf merkezi açıldı. Öğleden sonra ise TBMM Mebusları Şakir, Faik ve Refik Beyler’le birlikte, Edirne’den Karaağaç’a gelen mektepliler, esnaf alayları ve ahali, bando ve bayraklarla burayı adeta bayram yerine çevirdiler. Fakat ne yazık ki “1.341.639.505 Türk Lirası” tazminata karşılık olarak kabul ettiğimiz “Karaağaç ve mülhakatı” adeta enkaz halinde ve pek harap bir halde elimize geçmişti.

İNGİLTERE’YE SAVAŞ TAZMİNATI

Lozan görüşmelerinde ele alınan konulardan biri olan savaş tazminatı konusunda İngiltere, savaş tazminatına karşılık Türkiye'den bazı tavizler istemişti. Ali Satan'ın, İngiliz arşivinde elde ettiği bir belgeye göre İngilizler Türkiye'den savaş tazminatını dolayı da olsa almışlar. Satan gerçeği şöyle açıklıyor: "Ancak bu süreçte İngiliz diplomatların ısrarlı müzakereleri ile İngiltere'nin savaş tazminatından vazgeçmesine karşılık Türk delegasyonu, 1914'te İngiltere'nin el koyduğu 2 savaş gemimizden ve Türk hazine bonolarından doğan alacaklarından vazgeçmeyi kabul etti. Rapora göre; savaş gemilerinin değeri 5 milyon sterlin, hazine bonolarının ticari değeri ise 846 bin100 sterlin idi." Belgede, "Krallık hükümeti bu parayı istikrarlı bir şekilde savunmuş, böylece alacaklıların bu çabaları başarısız olmuştur." ifadesini kullanıyor. Raporu yayıma hazırlayan Ali Satan, Dışişleri Bakanı ve Lozan Delegasyon Başkanı İsmet Paşa ile Başbakan Rauf Bey'in arasının da tazminat meselesi yüzünden bozulduğunu ifade ediyor.

İngiliz diplomatlarının savaş tazminatı olarak vazgeçilmesini istediği iki geminin hikayesi ise şöyle:  Balkan Savaşlarından mağlubiyetle ayrılan Osmanlı devleti donanmayı güçlendirmek gerektiğini fark etmiş ve bu yönde teşebbüse geçmişti. İngiltere'ye gemi siparişinde bulunan Osmanlı devleti gemilerden büyükçe olanlardan birine o dönemde tahtta bulunan Sultan 4. Mehmed Reşad'dan dolayı Reşadiye, diğerine de Sultan Osman-1 adını vermişti. Devlet bütçesi  yeterli olmadığından geniş bir bağış kampanyası da düzenlenmişti.

I. Dünya savaşının başladığı ve Osmanlı devletinin yavaş yavaş savaşa doğru sürüklenmeye başladığı 1914 yılında İngiltere bu gemilere el koyduğunu açıkladı.

12 ADALAR NASIL KAYBEDİLDİ?

Türkiye’nin Ege kıyılarının hemen çevresinde bulunan 12 Ada yaklaşık 400 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kalmıştı. Çoğunlukta gayri müslimlerin yaşadığı adalarda önemli oranda Müslüman nüfus da yaşamaktaydı. 12 Ada ismi ise Osmanlı Devletinin bölgede uyguladığı bir yönetim şeklinden geliyordu. Osmanlı Devletinin bölgede uyguladığı sisteme göre her on hane birer temsilci seçmekteydi ve bu temsilciler kendi aralarından 12 kişilik bir ihtiyar heyeti seçerdi. Bölgedeki adaların önemli derecede büyük adaların sayısı sayıldığında 14 ada küçükleri de dahil edilirse 20’den fazla ada ve adacık bulunmaktadır.

Yüzyıllarca Osmanlı idaresinde kalan 12 adanın kaderi İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesinin ardından değişti. İtalyanlar Trablusgarp’ın işgalinde başarılı olamayınca Osmanlı Devletini barışa zorlamak kısacası masa başında Trablusgarp’ı almak için Ege denizinde bulunan bu adaları işgal etti. Osmanlı Devleti ise her an başlaması muhtemel Balkan savaşını da dikkate alarak İtalyanlarla antlaşma imzalamak zorunda kaldı ve Trablusgarp’ı İtalya’ya bıraktı. Yapılan antlaşmada dikkat çekici bir madde daha vardı. Osmanlı Devleti İtalyanların 12 Ada’da bir süre daha işgalci olarak kalmasını istedi. Böylece Balkan Savaşı sırasında muhtemel Yunan işgalinin önüne geçilecekti.

Ancak her şey planlandığı gibi gitmedi. I.Dünya savaşının patlak vermesiyle Osmanlı Devleti ile İtalya ayrı ittifak grupları içinde birbiri ile savaşa girdi. 4 yıllık savaşın sonucunda Osmanlı Devleti savaştan mağlup olarak ayrılınca 1923 yılında Lozan antlaşması ile  TBMM bu adaları İtalya’ya bıraktı. Böylece Yunan işgaline karşı geçici olarak İtalya’ya bırakılmış olan bu adalar İtalya’nın egemenliğinde kaldı.

II.Dünya savaşının sonuna kadar İtalya’nın işgalinde kalan 12 Ada’nın durumu savaş sonrasında tekrar gündeme geldi. İtalya II.Dünya savaşını kaybetmişti. 1946 yılında Paris’te yapılan Barış görüşmelerinde 12 Ada’nın İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi gündeme geldi. İtalya’nın savaş sonu şartlarında galip devletlerin bu planını reddetme şansı yoktu. Adaların Yunanistan’a verilmesi yönündeki kararın gerekçesi ise adalarda yaşayan nüfusun çoğunluğunun Rum olmasıydı.

12 Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansına aslında Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet konferansa katılmama yönünde bir karar aldı. İnönü savaşa girmeyen Türkiye'nin savaş sonunda herhangi bir çıkar peşinde koşmayacağını ifade ediyordu. Bu durum 12 Ada ile ilgili alınan kararların tam da Yunanistan’ın istediği şekilde çıkmasına sebep oldu. Halbuki konferansa bir Türk heyeti katılmış olsa idi en azından Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazılarının alınma şansı doğabilirdi. Çünkü yalnızca nüfus dengesine göre karar vermek Türkiye’ye karşı bir hukuksuzluktu ve bu durum konferansta dile getirilebilirdi. Türkiye bu konuda hakkını arayabilirdi. Örnek olarak Batı Trakya’daki nüfusun yüzde 80’ine yakın Türk ve Müslüman’dı ancak Lozan antlaşmasında Batı Trakya bölgesi Yunanistan’a bırakılmıştı. Bu da nüfus dengesinin tek başına yeterli bir gerekçe olmadığını göstermekteydi.

Ancak Türkiye’nin konferansa katılmaması bu ihtimalleri en başından ortadan kaldırdı. 10 Şubat 1947’de İtalya Paris Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmayla 12 Ada silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı.

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?