'Önce Avrupa' veya 'Beyaz Adam'ın dönüşü
Avrupa Birliği devletleri Trump yönetimine karşı tutum belirlemeye çalışırken Batı bloku içinde, popülizm’in laboratuvarı sayılan Avrupa'da, sağın sağında yer alan partilerde Trump çılgınlığı yaşanıyor

Sinan Özdemir | Brüksel
Avrupa Birliği, Amerika'nın seçiminden çıkan sonuca hazırlıksız yakalandı. Bu durum Birlik için geçerli olduğu kadar onu oluşturan her bir devlet için de geçerli. Beklenmeyen sonucun doğurduğu belirsizlik bütün devletleri yeni yönetimle nasıl bir işbirliğine gidecekleri hususunda tutum belirlemeye zorluyor. Doğu Avrupa devletleri (Macaristan hariç) Rusya-ABD ilişkilerinin normalleşme sinyalleri verdiği bir ortamda güvenliklerinin kurban edilmesinden endişe duyarken İngiltere, Almanya ve Fransa ortaya çıkan yeni duruma uygun politikalar belirlemeye çalışıyorlar. Buna karşın ırkçı ve popülist partilerde, sekiz yıl önce Barack Obama'nın seçilmesiyle görülen Obama çılgınlığına benzer bir Donald Trump çılgınlığı yaşanıyor. Aşırı sağda yer alan partiler, Avrupa’nın Batı bloku içinde popülist ve ırkçı görüşlerin laboratuvarı olmasından duydukları sevinçle, Trump’ün başarısında pay sahibi olduklarına inanıyorlar. Elitler, Brexit sonrası yaptıkları gibi, yaşananlardan ders çıkarmazken sağın sağında yer alan partiler “Beyaz Adam’ın” dönüşünü kutluyorlar!
Irkçı ve popülist partilere değinmeden önce Birlik içindeki büyük devletlerin tutumunu değerlendirmekte yarar var. Almanya, Fransa ve İngiltere ile kıyaslandığında seçim öncesi tutumunu sürdüren tek devlet. Bekle gör politikası doğrultusunda gelişmeleri yakından takip ediyor. İngiltere, Brexit sonrası Obama yönetimiyle sarsılan ikili ilişkileri yeniden tanzim etmenin yollarını arıyor. Londra, 1980’lerin başında oluşan Thatcher-Reagan birlikteliği gibi Trump-May birlikteliğinin mümkün olduğuna inanıyor. Trump’ün İskoçyalı kökenleri umudu artırıyor. Fransa için aynı şeyi söylemek zor. Theresa May Trump'le gerçekleştirdiği ilk telefon görüşmesinde yakında görüşme sözü alırken Fransa Cumhurbaşkanı Hollande bekleme odasından çıkamadı. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fransız kamuoyunu şoke etmemek ve Ulusal Cephe ile aynı karede yer almamak için daha dengeli bir tutum izlemeye özen gösteriyor.
Ama her şeyden önce İngiltere ve Fransa yeni Amerikan yönetimini irrite etmemeye büyük özen gösteriyorlar. Öyle ki, Almanya'nın ABD yönetimle ilişkileri belirlemek üzere organize ettiği gayrı resmi AB dışişleri bakanları zirvesine Paris ve Londra özür bildirerek katılamayacaklarını ilettiler. Ne var ki, Almanya'nın muhalif tutumu gerçeklikten kopuk olduğu anlamına gelmiyor. Bir yanda ortak tutum almakta zorlanan Birlik'i ortak paydada buluşturmaya çalışıyor, diğer yanda küresel ölçekte oynamak istediği role uygun olarak yeni yönetimle ikili ilişkilerini tanımlamaya çalışıyor. Almanya'nın tutumu Avrupa diplomasisinde hala etkileri görülen Vestfalya sisteminin kapalı kulüp alışkanlığını sürdürme arzusuyla da izah edilebilir. Hafta içinde Barack Obama’nın Merkel, May ve Hollande ile gerçekleştireceği görüşme bu minvalde büyük önem taşıyor.
Trump’un Avrupa'nın güvenliğini sağlam konusunda dışa vurduğu çekincelerin doğrulanması otuz yıldan beri tartışılan ama İngiltere'nin çekinceleri sebebiyle bir türlü yola koyulamayan ortak savunma fikrini yeniden gündeme getirecektir. Almanya’nın Fransa ile yakın zamanda imzaladığı savunma planı, İngiltere’nin Birlik'ten çıkışıyla, görüşme trafiğini hızlandıracaktır. Avrupa Birliği'nin finans, mülteci/göçmen krizi ve Brexit’ten sonra güvenlik krizi yaşamamak için bir takım adımlar atması, dolaylı görüşmeler gerçekleştirmesi anlaşılır; ancak 28 üyeli bir savunma paktı gerçekçi değil. Buna karşın Avrupa Birliği'nin kuruluşunu mümkün kılan altı devlet gibi (Kömür ve Çelik Birliği) çekirdek devlet topluluğuyla başlaması daha olasılıklı. Katılabilecek devletler arasında Almanya, Fransa, İspanya, Belçika, Hollanda ve Finlandiya zikredilebilir. Ama bunun için her şeyden önce Amerika Birleşik Devletleri'nin TAFTA'da olduğu gibi ipleri koparan taraf olması gerekecek.
Avrupa Birliği devletleri Trump yönetimine karşı tutum belirlemeye çalışırken Batı bloku içinde, popülizm’in laboratuvarı sayılan Avrupa'da, sağın sağında yer alan partilerde Trump çılgınlığı yaşanıyor. Avrupa'da sekiz yıl önce görülen Obama çılgınlığı gerçekçi herhangi bir temele dayanmazken, ötekiyi siyasete dahil etmezken; Trump çılgınlığının dışlayıcılığı, ötekiyi yok sayması zaten uzun zamandan beri Avrupa'da gözlemlenen bir anlayışı, tarz-ı siyaseti bayağılaştırıyor. İstisnasız Avrupa’da sağın sağında faaliyette olan bütün ırkçı/popülist partiler Trump’ün zaferini selamladılar. ÖVP’in lideri Norbert Hofer (Avusturya) başta olmak üzere Fransa’da Marine Le Pen, İngiltere’de Nigel Farage, İtalya’da Beppe Grillo, Almanya’da Frauke Petry, Hollanda’da Geert Wilders... Ortak noktaları küreselleşmeye, çoğulculuğa, mülteci /göçmenlere, Müslümanlara, ötekiye... karşı olmaları.
Donald Trump'ün seçilmesinin ardından gelecek yıl sırasıyla Hollanda, Fransa ve Almanya’nın sandık başına gidecek olması sağın sağında yer alan partilerin yükselişlerini sürdüreceğine veya Amerika'da olduğu gibi iktidara gelebileceklerine olan inancı büyütüyor. Almanya için zor görünse de Fransa ve Hollanda için durum ciddiyetini koruyor. Fransa'nın cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda Ulusal Cephe'nin (aşırı sağ) karşısında kimin yer alacağını tartışması merkez partilerinin yenilgisini gösteriyor. Bir zamanlar birinci turu geçip geçmeyeceği tartışılırken artık bir gerçeklik olarak göz ardı edilemiyor. Hollanda için de durum farklı değil. Mart ayında gerçekleşecek seçimlerden sonra Wilders’le hangi partinin koalisyon kuracağı cevabı aranan soruların başında geliyor. Koalisyonlarla yönetilen Hollanda'da şu ana kadar herhangi bir parti öne çıkmadı. Seçimlerden sonra çıkacak tabloya göre tutum alacaklarını düşünmek mümkün. Trump'ün Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Müslümanları hedef göstermesi gibi Wilders’te İslam dinine yönelik eleştirilerini sürdürüyor. Müslümanları hedef tahtasına oturtuyor.
Son kertede, Trump'ün propaganda döneminde kullandığı "Önce Amerika" (America First) sloganında olduğu gibi önceliğin Avrupalılara verilmesini talep ediyorlar. Popülizm ifadesinde yerini bulan halkın (populi) kendileri dışındakileri kapsamadığı; halkın sesi (vox populi) olmas iddiasındaki siyasi hareketlerin oluşturdukları şablona uygun buldukları halkın sözcülüğünü yaptıkları bir gerçek. Bu doğrultuda, Amerika'nın seçimi "Beyaz Adam'ın" dönüşünü ilan ediyor. İngiltere’nin Brilik’ten çıkma kararından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sahada içe dönme kararı 1980’lerde her iki devletin ilan ettiği (Reagan-Thatcher) global dünyayı paranteze alıyor. Amerikalıların herşeye rağmen, otuz yıldan bu yana kendilerini yaralayan adaylara/partilere oy vermeleri WASP kültürüyle (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) özdeşleştirilmeleriyle ilintili idi. WASP kültüründen uzaklaşıp ötekiyi yüceltmeleri uzaklaşmalarına yol açtı. Dünyayı küçülten anlayışa karşı çıkan "Beyaz Adam" yalnızca ekonominin nasıl yönetileceği konusunda fikir beyan etmedi aynı zamanda kimleri direksiyon başında görmek istemediğini de ilan etti. Bu minvalde popülizm kavramının tanımlanamaması, alelade bir kavram olarak ele alınması Avrupa'da olduğu gibi Amerika'da da toplumsal dönüşümleri, kırılmaları ve çatışma alanlarını görmelerini engelliyor.