06.03.2007, 10:54

İslamî kimlik Batı'sız olamaz mı?

İslam toplumlarında modernleşme sürecinin geldiği noktayı, geçirdiği içeriksel değişimi ve taşıyıcı aktörleri göz ardı eden analizlerdi bunlar. Önce tespit: Modernleşme artık devlet eliyle yürütülen bir süreç değil. Alttan gelen bir değişim ve modernleşme dalgası olduğunu görmeden 'Batı kompleksi' ile modernleşme eleştirisi yapmak, bu yeni dalga modernleşmeyle toplumun denetimden çıktığından şikayet eden 'devletçi seçkinler'le aynı pozisyona düşmek olur. Modernleşme artık toplumsal ve ekonomik 'çevre'nin siyasal tahakküm merkezlerine başkaldırısının adıdır, aracıdır ve imkanıdır. Türk modernleşmesi, uzun süredir, devlet seçkinlerinin istedikleri, tanımladıkları ve yürüttükleri bir süreç olmaktan çıkmıştır. Devlet seçkinleri odaklı modernleşme projesi toplumsal dinamikleri yok sayan veya onları yeniden tanımlamaya kalkışan, toplumsal katılımın önünü açmak yerine otoriteryen yönetim aygıtıyla toplumsal güçler üzerinde baskı ve denetim mekanizması kuran bir modeldi. Devlet eliyle uygulanan modernleşme modelinin amacı zaten toplumun etken bir aktör olarak güçlendirilmesi değildi. Ortadoğu genelinde ve Türkiye'de modernleşme projesi, 'genç devletlerin' halkı yeni 'meşruiyet sembolleri'ni kabule zorladıkları kültürel/siyasal bir 'endoktrinasyon' işlevi taşıyordu. Bu model hem İslam ülkelerinde hem de Türkiye'de çöktü. Devlet eliyle tepeden inme modernleşme projesi toplumsal kabul ve destek görmedi; çünkü bu devletçi model demokrasi de refah da üretemedi, üretemezdi de zaten. Modernleşmenin niteliksel ve işlevsel dönüşümü ile taşıyıcı aktörleri dikkate alındığında İslami bir pozisyondan modernleşmeye karşı 'ikircikli' durmanın bir anlamı yok artık. Günümüzde sivil toplumuyla, sermayesiyle, medyasıyla ve siyasi organizasyonuyla Türk modernleşmesinin itici güçlerinden birisi de İslami kesimler çünkü... Arkaik bir tarihsellik veya ideolojik bir miyoplukla İslami/muhafazakâr 'çevre'nin modern 'merkezi' alanlara katılımını engelleyici bir 'modernleşme eleştirisi', aşılması gereken 'entelektüel bir fantezi'dir. Bu türden bir modernleşme eleştirisi ile başörtülü kızların üniversite okuyarak modern sektörlere katılımının engellenmesi, yani İslami kimlikli aktörlerin toplumsal-kamusal alanlardan dışlanmak istenmeleri birbirlerinden pek de farklı şeyler değildir. Her iki yaklaşım da İslami kimlikli aktörlerin 'modern' olanın dışında kalmasını öngörüyor. 'İkircikli' tutumun gerisinde Müslümanların Batı'yı ve modernleşmeyi yeterli düzeyde bir özgüvenle tartışamıyor olmaları yatıyor. İslam dünyası hâlâ tümüyle Batı tarafından tanımlanan ve belirlenen bir 'nesne' olarak algılanıyor. İslam-Batı ilişkileri bağlamında İslam'a 'verilen bir rol' var ve Batı'nın biçtiği bu rol değişmez bir veri. Hatta İslam'ın 'ne' olduğunu da Müslümanların 'kim' olduğunu da 'onlar' belirliyor. Böyle bir analizden sadece basit bir siyasal protesto çıkar: Batı'ya başkaldırı. Bu yaklaşımda ne özgün bir fikir ne de bugüne ait bir analiz vardır. Afgani'den bu yana değişen bir şey yok mudur? Demografik gücü, ekonomik kaynakları ve hatta entelektüel birikimiyle İslam dünyasına bir 'aktör' muamelesi yapmamak, onu edilgen bir konu mankeni sanmak büyük bir haksızlıktır. İslam dünyasını hâlâ 19. yüzyıl koşullarında yaşıyor sanmak büyük bir yanılgıdır. Soru ve sorun şudur: İslam'ın Batı, modernite ve modernleşme ile ilişkilerini 19. yüzyılda şekillenen bir zihin haritasıyla bugün anlamak ve tartışmak mümkün müdür? İslamî kimliğin Batı ilişkisi Modern dönemde İslami kimlik "Batı sorunsalı" üzerine inşa edildi ve Batı'nın 19. yüzyıldan itibaren yaşamın tüm alanlarını kuşatan tazyiklerine karşı "yerli" bir "tepki" olarak biçimlendi; varlığını hep Batı'ya referanslarla gerekçelendirdi. Batı'nın gücü, teknolojisi ve müdahaleleri "karşı"sında hep "savunma"da kalan İslami kimlik, kendini Batı medeniyetine karşı bir "direniş" hareketi olarak niteledi. İslam ile Batı arasındaki bu "gerginlik"in tarihsel derinliği elbette vardı. Ama modern İslami kimlik üzerinde "kurucu" bir rol oynayan, Batı'nın 19. yüzyıldan itibaren İslam toprakları üzerinde askeri, siyasal, iktisadi ve kültürel baskılarının belirginleşmesiydi. Batı, bütün sorunların ve kötülüklerin kaynağı olarak algılandı; İslam dünyasının içsel dinamikleriyle üretilemeyen dönüşüm göz ardı edilerek çöküş 'dışsal'laştırıldı. Batı, sömürgeci, materyalist, ahlaksız ve hatta Allah'sız bir medeniyetti. Sonuç olarak İslam dünyasının Batı algısı ve düşüncesi 19. yüzyılda şekillendi. İslam coğrafyasının Batı emperyalizminin kucağına düştüğü, İslam medeniyetinin yükselen Batı karşısında siyaseten ve maddeten çaresiz kaldığı bir dönem. Böylesi bir tarihsel tahayyülde 'Batı'nın üstünlüğü' ve 'İslam dünyasının çaresizliği' fikrinin üstesinden gelmek çok zor. Ancak Batı'yı hâlâ 19. yüzyıldan kalma algılar ve düşüncelerle tanımlamak da büyük hata. Müslümanların kafalarının arkasında bir türlü baş edemedikleri bir 'Batı sorunsalı' taşıdıkları müddetçe tarihsel karşıtlıkların dışına çıkıp yeni durumlar karşısında yeni pozisyonlar üretmeleri mümkün görülmüyor. İslami kimliği 'Batı sorunsalı'nın ipoteğinden kurtarmak ve böylece özgürleştirmek şart. AK Parti İslamcı entelektüellerin önünde İslami kimliğin şekillenmesinde Batı sorunsalını (belki de saplantısını demeliyiz) bir kenara bırakmayı denemeli İslamcı entelektüeller. Batı karşıtlığı üzerine bina edilmeyen bir İslami kimlik demokrasi, modernleşme ve piyasa ekonomisi alanlarına aktif katılımıyla 'çevre'den 'merkez'e yönelişini tamamlayabilir. Aslında Türkiye son yıllarda böyle bir örnek geliştirmiştir, ki o da AK Parti'dir. AK Parti'yi iktidara taşıyan ve bugün Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanlığının eşiğine getiren 'yeniden düşünme' sürecinin özü, İslami kimlik ile Batı ve modernleşme arasında geleneksel 'karşıtlık' siyasetinin bir yana bırakılmış olmasıdır. Bu 'yeniden düşünme' siyasetiyle yeni kuşak 'İslami-muhafazakâr çevre' hareketinin, bir yandan Kemalist-laikçi merkez üzerinde söylemsel ve siyasal bir üstünlük kurduğu, öte yandan da Kemalist-laikçi merkezin uluslararası desteğini ciddi düzeyde kırdığı görüldü. Yine bu 'yeniden düşünme' siyasetiyle Türkiye'de demokratikleşmenin önündeki engelin İslam değil Kemalist-laikçi otoriteryenizm olduğu, İslami kimlik ile demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti arayışlarının uyumsuzluk içermediği gösterilmiş oldu. Bunlar azımsanacak kazanımlar değildir. Batı'yı 'karşıtlık' ekseninde düşünmemek son yıllarda Türk siyasetinde yeni ufuklar açmış, yeni imkanlar yaratmıştır. Bu tarihsel gelişmeyi 'entelektüel' fantezilere ve öfkeye kurban etmemekte fayda vardır, tabii bu ülkede demokrasiyi, insan haklarını ve hukuk devletini önemsiyorsak. İslami kesimlerin Türkiye'nin demokratikleşme davasına desteği hayatidir. Desteğin devamı, bir yandan otoriter devletçi odaklara karşı demokrasi platformunu güçlendirecek, öte yandan da İslami kesimlerin demokratik çoğulluk içinde varlığını pekiştirecektir. Entelektüel bir modernlik eleştirisi uğruna geniş Müslüman kesimleri BATI KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN "kızılelma koalisyonu"na itmek akıl kârı değildir.

-

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?