'Belleğim beni yanıltmıyorsa...'
Dil ve Edebiyat dergisinin Nisan 2014 tarihli 64. sayısında yer alan yazılardan üçü Mustafa Yazgan’ı anlatıyor. Zübeyir Yetik, Mehmet Atilla Maraş ve Hüseyin Yorulmaz’ın kaleme aldığı yazılar anlattıkları belki de anlatmadıklarıyla bir dönemin zihin dünyasına nüfuz etmeyi sağlayacak mahiyette

Asım Öz/ Dünya Bülteni - Kültür Servisi
1980’li ve 1990’lı yıllarda eleştirel dillerde çok dolaşan bir kavramdı milliyetçi-mukaddesatçılık… Yalnızca İslâmcı entelektüeller arasında değil, bu entelektüelleri takip eden kitleler nezdinde de anılan bir kavramdı. Milliyetçi-mukaddesatçılık deyince, bu konu üzerine düşünenler kalem ve dilleriyle bitip tükenmez tartışmalara girerlerdi. Ne var ki, sonraki yıllarda bu tartışmalar önemli ölçüde sekteye uğradı. Buna karşın, milliyetçi- mukaddesatçılığın ne anlama geldiğine dair herkesin anlaştığını söylemek de güç. Ancak herkesin ortak yönü bu kavramı işitir işitmez 1960’lı ve 1970’li yıllardan söz etmeleridir.
Bu kavramı ilk kullananın kim olduğunu bilmiyorum. Milliyetçi-mukaddesatçılıktan söz edince anılması gereken pek çok adlar var. Ancak ben burada Mülkiyeli Mustafa Yazgan üzerinde duracağım. Onun bu kavramla özdeş hale gelmiş olup olmadığının ayrıca tartışılması gereken bir konu olduğunun farkında olarak. Bahsettiğim yıllarda kimisi ikincil olsa da adı anılacak birçok kişi bulunmaktadır. Hizasına başka isimlerin kolaylıkla yazılabileceği Mustafa Yazgan’dan söz etmemin sebebi Dil ve Edebiyat dergisinin Nisan 2014 tarihli 64. sayısında yer alan yazılar. Zübeyir Yetik, Mehmet Atilla Maraş ve Hüseyin Yorulmaz’ın kaleme aldığı yazılar anlattıkları belki de anlatmadıklarıyla bir dönemin zihin dünyasına nüfuz etmeyi sağlayacak mahiyette.
Birkaç yıldır, Türkiye’deki İslâmcılığın 1960’ların sonundan itibaren edindiği eleştirel dilin neredeyse bütün bütüne kaybolduğuna ilişkin eleştiriler dile getiriliyor. Özellikle İslâmcılığı İslâmcı bir dille yeren, neonurcu çevrelerin yayın organlarında bunun pek çok örneği var. Meselenin aktüel olan bu kısmını bir yana bırakarak şunu sorabiliriz: Bu eleştirel dilin yerine gelen nedir? Yahut bu dil ne zaman terk edilmeye başlandı ve terk edilmesi sorun olarak görülmez oldu? Orta yaş üzerinde olan İslâmcı çevreleri dikkate alındığında eleştirel dilin yerine gelen dilin, 1960’lı ve 1970’li yılların diline dönüş şeklinde tezahür ettiğini ifade edebiliriz. Çevreler farklı saiklerle de olsa şimdilik milliyetçi-mukaddesatçı dilin çatısı altında birleşmektedir. Bunun Türkiye İslâmcılığı açısından ne tür imkân ve zaaflar taşıdığı ayrıca konuşulup tartışılabilir. Bu tartışmalara katkı olması açısından Dil ve Edebiyat dergisindeki Mustafa Yazgan konulu yazılar dikkate alınmalıdır.
Zübeyir Yetik’in “ Çilekeş Bir Dava Hamalı: Yazgan” başlıklı yazısında Mustafa Yazgan’la tanışma anını anlatan şu cümleler 1960’lı yılların siyasi iklimini yansıtmaktadır:
“Yazgan ile yüz yüze tanışmamız, belleğim beni yanıltmıyorsa, ilk kez İzmir’de, 1962 veya 1963’te…
Türk Ocağı İzmir Şubesinin gençlik kolu başkanlığını yapıyorum. Şube başkanı da Kemal Fedai Coşkuner. O yıllarda ‘Milliyetçi-Mukaddestaçı’ diye anılan kesimin ‘ortak çatısı’ Türk Ocağı Derneği… Herkes orada yani… Genel Başkan Prof. Dr. Osman Turan; genel yönetiminde Hasan Aksay, Aslan Topçubaşı gibi ‘bizden’ isimler var.”
Yetik’in “milliyetçi-mukaddesatçı’ kavramını anması oldukça önemli göründü bana. Geçenlerde Abdurrahman Arslan, günümüz İslâmcılığının MTTB diline döndüğünü söylemişti. Bu iki hatırlatmadan yola çıkarak şunu sorabiliriz diye düşünüyorum: Bazılarının post-İslâmcı özneler olarak andığı günümüz İslâmcıları milliyetçi-mukaddesatçı dilden ne denli uzaklaşmışlardır? Operasyonlar sürecinde, operasyonlara ilişkin ilk açıklamalardan birinin “millî” olup olmamak üzerinden yapılmış olması bahsettiğim izahları tümleyici bir açıklama olarak ele alınabilir.
Necip Fazıl başta olmak üzere pek çok ismin anıldığı Zübeyir Yetik’in yazısında dönemsel farklılıklar bağlamında son derece önemli dikkatlere de rastlıyoruz. Dönemin dava arkadaşlığının mahiyeti açısından şu ifadeleri okumakta yarar var:
“1964’te hukuk okumak için Ankara’ya naklettiğimde[gittiğimde] Yazgan’la daha sık görüşme imkânımız oldu ve aramızda dava arkadaşlığına ilaveten bir de sıkı bir dostluk başladı. Öyle ki, daha sonra İstanbul yıllarımda Ankara’ya gidişlerimde- orada akrabalarım olduğu halde- ya Akif İnan’a ya da Mustafa Yazgan’a misafir olurdum. O yıllar otellerde değil de birbirimizde kaldığımız yıllardı. Böylece, bazen bir iki dost daha çağrılır, sabahlara kadar sohbet eder; pek çok konuyu tartışırdık.”
Mustafa Yazgan’ın pek çok yönünün anlatıldığı yazılarda yakın tarihin siyasi ve kültürel figürlerine ilişkin anlatımlar da var. Benim için en önemli bilgilerden biri Mustafa Yazgan’ın bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığında özel kalem müdürü olarak çalıştığını öğrenmem oldu. O tarihlerde Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Elmalı’dır. Mustafa Yazgan, Yeni İstanbul gazetesinde masonlar hakkında eleştirel yazılar yazdığından dolayı bu gazeteden ayrılmak zorunda kalmış. Ayrıca Zübeyir Yetik yazısında Milli Nizam Partisi ile ilgili anılarından bir kısmı ile 1970’lerdeki Milli Gazete yıllarına da yer veriyor.
ERBAKAN VE MİLLİ GAZETE
Baştan sona hatıralarla örülen yazılar karşımıza 1960 sonrasının pek çok simasını çıkarmaktadır. Şayet yazının girişinde bahsettiğim dönüşümler dikkate alınacak olursa, yazılarda anlatılanların okurlara daha başka ufuklar açacağı öngörülebilir. Biraz uzun olacak ama bunun güzel bir örneği şu satırlardadır:
“ Erbakan Hoca bir gün telefon açtı(…) ve ‘Yazgan Bey yazısında başörtüsünü övmüş, böyle şeylere meydan vermeyelim!’dedi. Ben, diğer yazarlarınkine pek bakmasam da Yazgan’ın yazılarını dikkatle okuduğum için çok rahat bir şekilde ‘Hayır Hocam, öyle bir şey yok!’dedim. O ısrarla ‘Gözünüzden kaçmıştır, 10-15 gün önceki bir yazı…’ dedi.
Erbakan Hoca’nın benim görev alanımla ilgili bir konuda bana itimat etmeyip muhtemelen kulağına fısıldanmış bir ‘bilgi’ye itibar etmesi, doğrusu beni rahatsız etmişti. Hemen gazete koleksiyonunu istedim, Yazgan ve diğer yazarların son bir aylık yazılarını tek tek gözden geçirdim. Bırakın başörtüsüne övgüyü, ‘baş’ ve ‘örtü’ kelimelerinin aynı paragrafta geçtiği bir yazı bile yoktu.
Hemen telefona sarıldım, ‘Hocam sadece Yazgan değil, yazarlarımızın son bir aylık yazılarına tek tek baktım, başörtüsüyle ilgili bir cümle, hatta bir ima bile yok!! dedim. Erbakan Hoca ‘Var efendim, lütfen dikkat edelim!’dedi.
Bu itimatsızlık karşısında sinirlerim iyice gerilmişti. Arkadaşlarımızın üçünü çağırdım ve ‘Her biriniz ayrı ayrı son üç aylık gazetemizi alacaksınız. Yazarların yazılarını tarayacaksınız ve içinde örtü, başörtüsü ya da bu anlama gelen bir kelimenin geçtiği yazıları işaretleyip, tarama bittikten sonra bana ileteceksiniz. Özellikle Yazgan’ın yazılarını dikkatle gözden geçirin!’dedim.
Bir süre sonra hepsi de içinde örtüsü ya da başörtüsü geçen bir yazıya rastlamadıklarını söylediler. Öfkeyle ‘Yok işte!’ diye seslenerek masamdaki cildi yere fırlattığımda, kendiliğinden açılan sayfadaki MSP Kongresine ilişkin haberi görünce ayağım suya erdi. Eğilip cildi aldım, sayfayı çevirdim. Ve ‘Başörtüsünü öven Mustafa Yazgan yazısını’ buluverdim.
Şöyle: Sayfada Mustafa Yazgan’ın yazısı sol üst köşede ve çerçeve içinde. Altında çok kalın bir sütun daha geniş bir çerçeve ve üst tarafında ‘Basından İktibaslar’ gibi kocaman bir başlık. Bu başlık altındaki kalın çizgili çerçevenin içinde üstlerinde gazete başlıkları bulunan daha küçük çerçeveler var. Bunlardan ‘Milliyet’ başlığı altında kocaman sayılacak harflerle ‘Nezihe Araz’ imzası… Yazar, kongredeki örtülü hanımlardan etkilendiğini belirtmiş ve yazısını ‘Bana da bir örtü verin!’ gibi bir cümleyle bitirmiş. Ve bu yazı- nasıl olmuşsa- koca başlığı ve çerçeveyi aşmış, ‘Mustafa Yazgan’ın yazısı’ olarak görülmüş, Erbakan’a böyle intikal ettirilmiş ve o da ‘Mustafa Yazgan’ın yazısındaki örtüden bahseden cümle’ olarak benden bunun hesabını soruyor. Kahkaha atmaya başladım.
Sonradan öğrendim: Meğerse hâkimin biri ‘başörtüsünden bahseden Mustafa Yazgan yazısı’ için Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın dikkatini çekmiş, o da bu durumu Erbakan Hocaya intikal ettirmiş. Tabii ki fısıldayan eğer Şevket Kazan ise, asıl sorumlunun söyleyeceği şeyin hiçbir değeri yoktur; her şey bitmiştir. Hâkim mi ‘Mustafa Yazgan’ın yazısı’ demiştir, yoksa o ‘Mustafa Yazgan’ın köşesinin altında’ demiş de Şevket Kazan mı ‘Mustafa Yazgan’ın yazısı’ diye anlamıştır; artık orasını bilemem.”
Milli Gazete’nin genel yayın müdürlüğünü üstlenen Zübeyir Yetik’in bu konudaki başka hatıralarını Beyan Yayınları’nca basılan Geçmişten Notlar (2008) kitabından okumak mümkün.
NECİP FAZIL, TURGUT ÖZAL VE GÜNÜMÜZ
Mehmet Atilla Maraş’ın kısa bir portre niteliğinde olan “Ömrünü Davasına Adayan Adam: Mustafa Yazgan” başlıklı yazısı ile Hüseyin Yorulmaz’ın yazısında önümüze başka tabloların konulduğunu söylemeliyim. Ara not olarak Atilla Maraş’ın yazısında Yazgan’ın doksanlı yıllarda yazı yazdığı gazetenin adının anılmamış olmasının son aylardaki gelişmelere ilişkin siyasi bir tavır olarak görülebileceğini de belirtelim. Mustafa Yazgan’ın dilinden Necip Fazıl’ın Turgut Özal’la olan görüşmelerinin anlatıldığı satırlar da kayda değer. Mustafa Yazgan, oldukça erken sayılabilecek yıllarda Büyük Doğu dergisiyle tanışmış ardından 1965 yılından itibaren bu dergide yazmaya başlamıştır. On sekiz yıl Necip Fazıl’ın yanında bulunan bir isim olarak anlattıkları onun anlattıklarını daha da önemli kılmaktadır. Necip Fazıl, Anavatan Partisinin kurulup teşkilatlanmaya başladığı 1983 yılının ilk aylarında Turgut Özal’a görüşür. Ankara’da gerçekleşen görüşme yaklaşık iki saat sürer. Yazgan’ın anlattığına göre, Necip Fazıl görüşmeden oldukça memnun kalır. İlk sözü ‘Ben bu aileye hayran kaldım’ olur. Yorulmaz, “Üstad ve Mustafa Yazgan” başlıklı yazısının son kısmında Necip Fazıl’ın, Turgut Özal’a yapmış olduğu tavsiyelere yer verir. Buna göre Necip Fazıl, 1960 öncesi ve sonrasında yaşadıklarından hareket ederek Adnan Menderes’in almakta geciktiği tedbirler üzerinde durmuştur. Görüşlerini aynı hatalara bir daha düşülmemesi için, “bir gereklilik ve talimat” olarak sıralamıştır.
Kendisini “Büyük Doğucu” olarak tanıttığı ifade edilen, Turgut Özal’ın bilhassa son yıllarda İslâmcı zihin tarafından hatırlanma biçimlerinde de büyük bir farklılaşma olduğu görülmektedir. Özal’ın Necip Fazıl’la ilişkisinin bu günlerde tekrar hatırlanıyor olması dikkate alınması gereken bir hatırlamadır. Özal, özel kalem müdürü Akgün Albayrak’la birlikte Necip Fazıl’ı ziyaret eder. Bu ziyaret çerçevesinde Necip Fazıl’ın şu siyasi tahlillerinin aktarılması, hatırlamanın yahut geçmişi bugüne çağırmanın politikası üzerinde düşünmek bakımından hayli önemli:
“O günkü manzarada ana müessir, Demokrat Partinin işi inkılâp çapında ele alamaması yüzünden Yeniçerilik ruhunun ‘sivil’ insana karşı ‘gece baskını’ şeklindeki bedavacı hareketiyle kendisini belirtir. Hiçbir dünya görüşüne sahip olmayan ve ne getirip götürdüğünü bilmeyen darbeci kadro, davayı ezbere demokrasi düzenine bağlayıp bir kenara çekilmiş ve işte ondan sonradır ki, bilhassa 1968-1980 arası müthiş bir haile kopmuştur. Artık operet ihtilâlleri hâlinde kapılar generallere açık tutulduğuna göre de 1980 teşebbüsü hata geç kalmış olara meydana gelmiştir.”
“Mukaddes gayeye erişmek için ‘El- harbu hud’atün’(Harp hiledir) kaidesince her yol başvurmak mübah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklendirmek için Amerikan nüfuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir.”
“Netice olarak vecize şeklinde bir hükümle, Parti, başlangıçta bir solucan gibi kendisini araziye uydurarak, ilerde tank hâlinde açacağı yolları her an düşünmek ve en ‘dinamik’ çapta günü gününe tedbir sahibi olmak borcu altındadır. Muvaffakiyet Allah’tan…”
Necip Fazıl’ın yakın çevresinde bulunmuş isimlerden biri olarak Mustafa Yazgan’ın hatırlanma zamanı ve bu hatırlayışta hangi hususların öne çıkarıldığı üzerinde düşünmek için bu alıntıları yaptım. Alıntıladığım kısımlar yazıyı tümüyle yansıtacak satırlar olmasa, aktüel siyasi olaylar hiç anılmasa da, dolaylı bir biçimde yerleşiyorlar yazının içine. Zira içinde bulunduğumuz siyasi durum, bu alıntılara değişik bir anlam yüklemeyi zaruri kılıyor. Gecenin bir kaplan gibi içe düştüğü kırık zamanlarda olduğumuzu unutmamak lazım. Belki burada arzulanan, taşlara çarpa çarpa hedefine doğru ilerlemektir; parça parça da olsa bu tür yönelimler hedeften dönülmediğinin bir işareti olarak anlaşılabilir.
Toplumsal tarih ile kişisel durum arasındaki koşutluğu vurgulayan yazılara dikkat çekerken, gönle gam ateşi salmak değil niyetim; anlatılanların günümüze ilişkin anlam ve çağrışımları üzerine düşünmeyi sağlamak. Tehlikeli bir noktadan; denge halinden bunu yapmaya çalışmak hayli zor olsa da.