Elveda Endülüs
Senaryosunu Akif Emre'nin yazdığı "Elveda Endülüs: Moriskolar" belgeseli kopmuş yaprakların uçuşmasıyla başlarken kırık bir kanadın yerini aramasının da izleğiydi...

Emine Kocabaş Kılınç/ Dünya Bülteni - Vilnius
Federico Garcia Lorca'nın "etme eyleme ölüm/varmadan Kurtbaya/ Kurtuba/Uzakta tek başına" mısralarını okurken bu sözcüklerin kaç ağızdan dökülmüş olabileceğini düşündüm. Flue bir resim gibi Kurtuba'yı. Tarihin kimi zaman karanlık ve dar geçişlerinde cana dokunan kötücül ellerin- bir duanın süzülüşünü bekler gibi sabırla Kurtubaya giden- dönüş yolunu bile isteye yok saymalarını... Sonra Kebir ırmağı kıyısında "Ey Kurtuba'nın önünden akıp giden Kebîr Irmağı, kenarında senin,/ (İkbal diye) Biri oturmuş rüyasını görmektedir bir başka devrin." diyen Muhammed İkbal'in ''Ne hayret vericiydi o Müslümanların devri; Medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi.'' dediği Kurtuba'sını... Elhamra'yı, Kurtuba camiini, yaslandığı dağları, toprağın iliklerinden bir bir sökülen ihtişamlı köklerini bir medeniyetin.
Senaryosunu Akif Emre'nin yazıp yönetmenliğini de yaptığı "Elveda Endülüs: Moriskolar" belgeseli kopmuş yaprakların uçuşmasıyla başlarken kırık bir kanadın yerini aramasının da izleğiydi. Artık trajedi bütünden eksilenin yokluğu değil parçanın kopma sesiydi. Kurtuba'da, Granada'da parçanın varoluş savaşımı, koptuğu yeri hatırlayabilme çabası: manevi ve tarihsel bir difüzyon. Bugün dünyanın her yerinde trajedi parçanın kendini ararken çıkardığı seste. Bir sesi kaldıysa. Artık kahraman büyük bir kelime değil. Her gün, hepimiz binlerce kahraman oluşturuyoruz, yeni isimler veriyoruz onlara, sonunda bir günlük bile olsa zafer kahramanlarımızın biliyoruz... Biz sadece yaraları taşıyoruz; yarın, adı dün olacak bir şimdide. Arasıra elimize bir kurşun değiyor, belli belirsiz ölüleri görüyoruz haritanın bir yerinde. Acı duyuyor muyuz, belki uzak belki arasıra... İnsan çalılıkları gibi sınır boylarında, ekmek sırası beklerken fırın önünde, oyunun en canalıcı yerinde bir bomba... Tek sıra halinde kolaylıkla ölebiliyor insan değil mi can kuş misali. Dünya haritası bir korku filminden daha gerçek acılarla katlanıyor, kat izlerine dokununca belki soruyoruz: hangi savaşta vuruldun sen? Hangi savaşta vurulduğunu hatırla! Parçanın çıkarabildiği ses, bu işte. Belgesel ekranda bir rüyanın iskeletini taşır gibi akmıyor bu yüzden bir Morisko'nun duaya dayanmış sesini duyurur gibi tüm trajik gerçekliğiyle: hatırla diyor, senin için atılan adımları, bir birine ulanan damarları, saflarını hatırla. Leyla Graudy Endülüs'ün ihtişamlı bir medeniyet olmasını o günkü insanların islamı Kuran'ın doğrultusunda yaşıyor olmalarına ve Allah'ın dinini doğru anlamalarına bağlıyor. Elimizdeki dağılmış parçalara bakarak, haritaya bakarak yine İkbal'in "kaçın bu müslümanlardan müslümanlığa sığının" sözleriyle yaşadığımız günlerin altını çizerek"neyi nasıl anladığımızı" bir daha düşünebiliriz. Belki bir medeniyetin mistik ve romantik bir rüyadan ibaret olmadığına yakından bakarak: kendi mesafemizi ölçebiliriz. Söz konusu hayatsa; uzaklık birimi kalptir. Endülüs için çarpan kalplerin -olması imkansız bile görünse- kendileri kalarak varlıklarını sürdürebilmek için gösterdikleri direnç bunun en beli kanıtı. Sonra lime lime sökülüşü bir medeniyetin, bir sesin kademe kademe duyulmaz kılınması... İslamı çağrıştıran şeylerin karanlığa itilmesi, ışığın yalnız Hristiyan bir Avrupa'yı sembolize etmesi.
Vilnius'ta Katedrale, kiliselere gittikçe mimarinin, sanat algısının, bakış açısının ışık ve görsellere yaslandığını düşünüyorum. Katedralde yukarı doğru helezonik resimli anlatıların hayali bir yüksekliği çağrıştırması, köşelerde yakılan mumların ışığı, ölüleri anma gününde tüm mezarların ateş böceklerini andırır gibi mumlarla bezenmesi, ölülere dünyalı bir ışıkla aydınlık ulaştırmak: tüm yaşam algısı görüntü ve ışıktan ibaret. Süleymaniye'de, Sultan Ahmet'te ya da diğer camilerde insanı karşılayan şey hep ses. Sesin dağılışına göre orantılanan bir hayat algısı. Görselleri dahi sesin doğrultusunda ilerleyen bir perspektif. Bu açıdan bakınca; duyulmaya doğru akan bir sesi karanlık kırabilir mi? Bugün İspanya'da yüzlerce yıllık sesiyle konuşan onca eser varken. Hala kendi sesiyle konuşabilen, dünyanın neresinde olursa olsun "ben Endülüs'lüyüm" diyebilen Moriskolar varken..
1 Ocak 1492'de yapılan antlaşmayla Endülüs içinden konuşmaya mahkum ediliyor. Recognista hareketi adım adım ilerlerken nar anlamına gelen Granada dağılıyor zihnimizde "kan kırmızı dağılıyor Granada/ bereket diye düşünsün bunu yeni dünya" Belgesel tarihi bir uzantıyı bize yaklaştırırken neye ne kadar uzak olduğumuzu hatırlamamız için de bir olanak sunarak mesafeyi doğru okumamıza bir açılım sağlıyor. Yapabileceğimiz her neyse onu yapabilmenin onuru belki o seslere kulak vermemizi kolaylaştıracak ve dünyayı bir gürültü yumağı gibi duymanın ötesine geçebileceğiz. Baktığımız perspektifin, durduğumuz mesafenin netliği; görüntüye bilinçli olarak dahil edilmeyen sesin, o kadar da uzağımızda durmadığını idrak edebilmemizi kolaylaştıracak. "La galibe illallah" sözünü kendine tek dayanak, tek merkez kılabilmiş bir medeniyeti nostaljik bir efsanenin ötesinde, uğruna dökülen canlar, yakılan kitaplarla anlayabilmek kendi hayatlarımız adına da epey yol almamızı sağlayacak. Kağıttan gemilerle tarihin sularından geçilmeyeceğini, gerekirse bir duaya açılan okyanuslarda gemilerin tereddütsüz yakılabileceğini Tarık bin Ziyad'ın tavrıyla bir kez daha düşünürüz belki, dünya haritasına bakarak.