banner39

Sol, İslamcıları anlayabileyecek mi?

Bilim ve Gelecek dergisinin benim okuma imkânı bulduğum son sayısı oldukça iddialı bir başlıkla çıkmış: “Rejim Krizi ve Dincilik”. Kapak konusu ilgi çekici olduğu için aldığım bu dergiyi okuyup bitirdikten sonra, elim şakağımda düşündüm. Dergiyi hazırlayanlar, boş sandıkları bir meydanda at koşturuyor. Neresinden başlasak bilemiyorum. Buna karşın tartışılmayı hak eden yazılar da yok değil dergide

Kültür Sanat 30.04.2014, 12:50 30.04.2014, 13:32
Sol, İslamcıları anlayabileyecek mi?

Asım Öz - Dünya Bülteni / Kültür Servisi

17/25 Aralık operasyonu sonrasında ortaya yayılan ifşaatların “hangisinin gerçek?” olduğu türünden tartışmaların dikkate alınmadığı birtakım yayın organları da var. Bahsettiğim yayınlar tarihsel blok diskuru üstünden, birtakım köklü zanlarına dayanarak karışık ve tutarsız itikatlarına güç katma derdindeler. Bunlardan biri Bilim ve Gelecek dergisi.

Derginin benim okuma imkânı bulduğum son sayısı ( Şubat 2014, sayı:120) oldukça iddialı bir başlıkla çıkmış: “Rejim Krizi ve Dincilik”. Kapak konusu ilgi çekici olduğu için aldığım bu dergiyi okuyup bitirdikten sonra, elim şakağımda düşündüm. Dergiyi hazırlayanlar, boş sandıkları bir meydanda at koşturuyor. Buna karşın tartışılmayı hak eden yazılar da yok değil dergide.

Neresinden başlasak bilemiyorum; kısa yoldan gidelim kapaktan başlayalım: Dosya olarak okunabilecek sayıda birkaç yazı var. Fatih Yaşlı “Yeni Rejim ve Sünnî Ulus Üzerine Tezler”, Alâeddin Şenel Ateist dergide yayımlanan bir söyleşisini yazı haline getirerek derginin dosyasına katıldığı için kapakta da yer almış. Başlığı şu yazının: “Dinsel İdeolojiyle Mücadele Neden Gerekli?” Bu yazılarda bildiğimiz kaba materyalizm dile getirilmektedir. Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri Bülent Serim’le yapılan söyleşi ise “AKP’nin Sekülerizmi Ne Anlama Geliyor?” başlığını taşıyor. Anayasa Mahkemesinin yeniden siyasî bir aktör olarak ortaya çıkmaya başladığı( yahut öyle olmasının arzu edildiği) şu günlerde oldukça önemli göründü bana bu söyleşi. Belki yaşananları “yargı bağımsızlığı” gibi bir klişeyle değerlendirmenin büyük bir yanılgı olduğu daha kolay anlaşılacaktır.

İSLÂM’A YENİ NAZARLA BAKMAK

Burada yeri gelmişken bir iki noktaya değinmeyi de gerekli görüyorum. Bir meseleyi enine boyuna ele alıp irdelemek iddiasında bulunan kimse, eline geçen kırıntıları olduğu gibi nakletmekle yetinerek Türkiye’deki rejim krizini hele hele din meselesini açıklamış sayılmaz. Bu konuları okuyucularına hakkıyla sunmak isteyenler önce İslâm meselesini çok ciddi olarak ele almalıdırlar. Yoksa Avrupa gerçekliği üzerinden ya da antropolojiden yola çıkarak “Dinsel ideolojiyle mücadele neden gerekli?” türünden bezentilerle bir şey elde edilmiş olmayacaktır. Bir diğer mesele de şu: Türkiye’de insanlar ister inansın ister inanmasın dinle daha doğrusu İslâm’la bir şekilde ilişki kurmak zorunda. Özellikle solun İslâm’la nasıl bir ilişki kuracağı kurması gerektiği son yıllarda, sınırlı da olsa 1960’lı yılların hafızasından da el alarak daha da önemsenmeye başlandı. Gelgelelim bu mevzuda tanımlar, tarihsel arka plan daha da önemlisi kavramlar üzerinden durmak bilmeyen çelişkili açıklamalar yapıldığını görüyoruz.

Meselenin dini anlamak ve onu değiştirmek olduğunu düşünen sol yaklaşımların bu noktadaki tavrı, ağırlıklı olarak iki öbekte toplanabilir. İlki bildik, alışıldık antropolojik, pozitivist yaklaşımlar yahut tavizsiz Aydınlanmacılık. İkincisi ise Frankfurt Okulu başta olmak üzere az buçuk “tinsellik” barındıran düşünürlerin de katkısıyla İslâm meselesine soldan yaklaşmak şeklinde özetlenebilir. Sağdan yaklaşmanın sadra şifa olmadığını ilan eden ama aynı zamanda oldukça farklı yaklaşımları içinde barındıran bu ikinci öbekte içten içe ciddi bir tartışmanın da mayalandığını söyleyebiliriz. Zira burada evrim teorisinin yaygınlaştırılması, yoksulluk meselesinin İslâm nokta-i nazarından nasıl anlamlandırılacağı ve camia ile özdeş olmayan cemaat meselesi konularında nasıl bir tutum geliştirildiği/geliştirileceği dikkate alınması gereken konulardan birkaçı olarak mutlaka anılmalıdır.

Öte yandan meseleyi salt maddi düzlemden ele alan yaklaşımlarla, AKP’li yıllarda ortaya çıkan kimi ahlaki çürümelere “hakiki Müslümanlık bu değil” diye tepki koyanlar arasında da ayrılıklar ortaya çıkıyor. Burada solun kendini dinin alanına giren/girebilecek teolojik tartışmalara dâhil edip etmemesi gerektiği üzerinde de görüşler çatallanıyor. Laikliğin sadece din ve devletin değil aynı zamanda din ve ahlakın da ayrılması olduğunu düşünenlere göre solun, “sol ilahiyat”, “gerçek Müslümanlık”, “devrimci Müslümanlık” arayışı gibi ilişkilenmelerden tamamen uzak durması zaruridir. Zira bu hem kolaycılık hem de fırsatçılıktır onlara göre. Çünkü bu tartışmalar son kertede İslâm’ı farklı bir şekilde de olsa siyasete taşımakta dolayısıyla İslâm’ın söylem alanını genişletmektedir. Bu yüzden Karl Marks ve Engels’in felsefe ve siyaset ayrımından yola çıkarak, dini felsefe alanında bırakmayı önermektedirler. Aynı zamanda, dinin ekonomi, siyaset gibi alanlarda sömürüye hizmet ettiğinin deşifre edilmesi gerektiğini savunan bu yaklaşımın nirengi noktası Müslüman kitlelere karşı yeni bir dil geliştirmeyi önermesi fakat bu dilin Müslümanlığın hakikati üzerinden kurulmaması gerektiği yönünde. Ateizm ve materyalizmin solu siyasi manada tanımlayamayacağı yaklaşımını savunanların bile son kertede, inancın sorgulanmasını, bununla da kalınmayıp aşılması gerektiğini aksi takdirde, lineer düşünsel ilerlemenin gerçekleştirilmeyeceğinde ısrarcı olmaları meseleleri daha da çıkmaza sokuyor.

YANLIŞLAR KUMKUMASI YAHUT AKP VE DİNCİLİK

AKP’li yıllarla sınırlı olmayan fakat bu yıllarda daha çok kamusallaşan, İslâmcıların mağduriyet tezi üzerinden tarihsel olarak epey mesafe aldıkları yolundaki kabuller de atlanmamalı. Bu yaklaşım genel olarak söylemsel olarak merkeze karşı çevre, modernleştirici elitlere karşı halk kitleleri, seküler egemen sınıflara karşı muhafazakâr/mütedeyyin yoksullar gibi ikilikler üzerinden inşa edilir. 2002 sonrasında kaleme alınan ve sayıları günden güne artan siyasi tarih incelemelerinde bu söylemi kolaylıkla tespit etmek mümkündür. Buna karşın akademik ve popüler solun bir kısmı, hatta önemli sayılabilecek bir kısmı tarihsel konularda azınlıkçı bir tavrı benimsedi. Dolayısıyla daha çok gayrimüslimlerin ve Kürtlerin maruz kaldıkları zulümler üzerinden Türkçülük anlayışının eleştirisini merkeze aldı. Bunu yaparken de Türkleşmek ile Müslümanlaşmayı neredeyse aynılaştırdı. Hatta bu yaklaşım sahipleri, Türkçü ideolojiye destek veren bir anlam dünyası olarak İslâm’ı da alttan alta eleştiri konusu haline getirdi. Öte yandan meseleyi siyasi düzlemde; Lenin’in emperyalizm kavramı eşliğinde anlamlandıranlar, laiklik konusuna özel bir anlam yüklediler. Bundan dolayı Halifeliğin kaldırılması ve laikliğin anayasaya dâhil edilmesi başta olmak üzere pek çok uygulamayı dinin araçsal kılınışına engel oluşturduğu gerekçesiyle sahiplenme yoluna gittiler. İşte bu okuma tarzı İkinci Dünya Savaşı sonrasında bariz bir biçimde ortaya çıkan İslâmcı hareketleri anlamlandırma sürecinde de kilit bir rol üstlendi. Zira onlara göre şayet laiklik olmasaydı 1923’te ilan edilen Cumhuriyet rejimi sembolik bir işlevle yetinecekti. Dahası var; onların nazarında Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşında olduğu gibi halifelik emperyalist projelerin elinde oyuncak olmaya devam edeceğinden, bu kurumun topyekûn kaldırılması “ hayırlı” olmuştu. Bu yüzden, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ABD merkezli yeni düzenin Yunanistan, İtalya yanında Türkiye’de de dinin yeniden kamusal tartışmalara dönmesini sağlaması laiklikten dönüşün başlangıcı olarak okunmaktadır. Cumhuriyet laikliğinin kırılma noktasına uğraması sadedinde, 1940’lı yıllardan itibaren sürekli olarak antikomünizm meselesinin hatırlatılmasının tali sebeplerinden biri bu olsa gerek. Nedense sol ağırlıklı olarak, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının okullarda seçmeli din derslerine müsaade etmesi, imam hatip okullarının açılmasının önünü açması gibi toplumdaki dinselliğin artışına katkı yapan gelişmeleri sadece devletin Soğuk Savaş’ta taraf olma güdüsüyle açıklamada ısrarcıdır. Gezi Parkı olayları ve ardından gelen 17/25 Aralık sürecinin bu çevrelerce laikliğin toplumsal olarak yerleşmesini sağlayan olaylar olarak okunduğunu da unutmamak gerekir.

Epey uzun olan bu tasvirden sonda Bilim ve Gelecek dergisinde yer alan yazılar içinde tezleriyle öne çıkan bir yazıya gelmek istiyorum. Bahsettiğim yazı, Fatih Yaşlı’nın “Yeni Rejim ve Sünnî Ulus Üzerine Tezler” başlıklı yazısı. Zira yazı sadece biçimsel bir rejim inşasından hareket etmiyor, yukarıda bahsettiğimiz sol yaklaşımlardan aydınlanmacı olanını öne çıkarıyor. Yazı aynı zamanda Türkiye’de İslâm’la ilgili her adımı Sünnilik üzerinden okumaya dolayısıyla Sünnilik dışındaki yaklaşımlardan tarihsel blokla içli dışlı olanı kollayan bir boyuta da sahip. Şimdi yazının tezlerini yazalım sırasıyla:

1) Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi eliyle yeni bir rejim inşa edilmektedir.

2) Yeni rejim neoliberalizmle İslam’ın otoriter bir zihniyet, fiili bir tek parti ve tek adam rejimi altında bir araya gelmesi anlamına gelmektedir.

3) AKP eliyle inşa edilen yeni rejimin temel paradigması İslam’dır, söyleminin merkezinde İslam bulunmaktadır, toplumsal siyasal yaşayışın merkezine oturtmak istediği değerler İslami değerlerdir.

4) Yeni rejim bir “Sünni-Ulus” inşa etmek istemektedir.

5) Sünni-Ulus inşasına bir tarih yazımı ve mit yaratımı süreci eşlik etmektedir.

6) Sünni-Ulus’un dışında bırakılan, ötekileştirilen ve düşmanlaştırılan geniş bir kesim bulunmaktadır.

7) İslam, içeride Kürt sorunun dışarıda bölgesel güç olmanın anahtarı olarak görülmektedir.

8) Haziran Direnişi Sünni-ulus projesine karşı bir isyan olarak ortaya çıkmış ve Sünni hegemonyada büyük bir çatlak yaratmıştır.

Yazı AKP’li yılları yakın tarihi de işin içine katarak, soldan bir yaklaşımla eleştirmesi açısından oldukça olgusal hatta eristik diyalektiğe örnek bir yazı. Tezlerle birlikte dipnotlarda da yer alan açıklamalar da dikkatle okunmayı hak ediyor. Mesela CHP hakkında şu analizleri yapmış Fatih Yaşlı: “CHP’nin de hem yeni rejime hem de Sünni-Ulus projesine ikna olduğu ve bunları veri alarak siyaset üretmeye çalıştığı görülmektedir. 30 Mart yerel seçimlerine sağcılaşarak girmenin ötesinde AKP-Cemaat kavgasında Cemaatten neredeyse hiç söz etmeksizin muhalefet yapmaya çalışmak da bunun bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. CHP, yeni rejimin içerisine girdiği krizin bir restorasyonla aşılması girişiminde kendisine bir rol biçileceği beklentisiyle, yeni rejimi de Sünni-Ulus projesini de reddetmek yerine ona eklemlenmeyi bir siyasal strateji olarak benimsemiş durumdadır.”

Yazarın AKP ile en güçlü koalisyon ortağı arasındaki çatışmanın hararetli olduğu günlerde kaleme aldığı yazının bir başka önemli yanı da şu: Bu yazıdaki tezlerin bir kısmı şimdilerde Zaman gazetesi yazarları tarafından da dillendiriliyor. O zaman şu soruyu sorarak bağlayalım: AKP eleştirisinin sadece sol bir kurgu ve dil üzerinden yapılması bir zorunluluk mu? Bunu şunun için söylüyorum; AKP’ye ilişkin yorumlarında İslâmcı bir diskurdan hareket edenlerin bile pek çoğu akademik çalışmalarında sol kültürel tezlere müracaat etmektedirler. Dolayısıyla şayet bu bir ‘kader’ değilse bunun yolu yordamı nedir üzerinde, başka iktidar odaklarının borazanlığını yapmadan düşünmek zorundayız.

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?