banner39

"Ehli Sünnet yolu mezhep değildir, İslam'ın ana caddesidir"

Dinin özüne ters düşen, İslâm açısından söylersek nassla tenakuz teşkil eden yaklaşımlar, bidat ve dalalet kategorisine girer. Şayet bu bidat ve dalalet bir itikadî ihlal noktasına varıyorsa, bu sefer İslâm dairesinden çıkmak söz konusu olur.

Makale-Yorum 07.03.2023, 13:03 12.03.2023, 15:35
"Ehli Sünnet yolu mezhep değildir, İslam'ın ana caddesidir"

Ali Değirmenci

Evet, Ehl-i Sünnet yolu sırat-ı müstakimdir, yani İslâm’ın ta kendisidir. Bu sebeple de bu yola “mezhep” denemez. Çünkü mezhep, alternatifi olan yapılanmalar için kullanılır. Ehl-i Sünnet ise bütün hak mezhepleri kendi çatısı altında toplayan ve alternatifi olmayan tek doğru adrestir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) yetmiş üç fırka hadisinde “fırka-yı naciye”yi “Benim ve ashabımın yolu” diye tarif ettiğine ve bu yolun adı da Ehl-i Sünnet yolu olarak bilindiğine göre, Ehl-i Sünnet’e mezhep diyenlere soralım:

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mezhebi olabilir mi?

Hz. Peygamber (s.a.v.), dindeki konumu Allahü Teâlâ tarafından belirlenen bir merkez değil midir? Peki, merkezin yönü mezhebi olabilir mi?

Mezhepler dinin / İslam’ın içinde olur; Ehl-i Sünnet İslam’ın kendisi olduğuna göre, Ehl-i Sünnet içinde olur. Nitekim de öyledir. Bütün itikadî ve amelî mezhepler Ehl-i Sünnet şemsiyesi altındadır.

Bazı Müslümanların iyi niyetle “Biz Ehl-i Sünnet mezhebindeniz”  demeleri bu hususta bir kafa karışıklığına sebep olmamalıdır. Burada geçen mezhepten “yol” manası anlaşılmalıdır. Yani bu kardeşlerimiz “Biz Ehl-i Sünnet yolundayız” demek istemişlerdir. Onlar, Ehl-i Sünnet’e mezhep diyerek diğer bidat fırkalarını da aklayıp mezhep seviyesine yükseltmeye çalışan zihniyetten haberdar olsalardı, elbette ki bundan asla razı olmaz ve bu tabiri kullanmazlardı.

Şimdi konunun daha iyi anlaşılabilmesi için din nedir, mezhep nedir, fırka nedir, bunların kısaca tariflerini yapmaya çalışalım:

1- Dinin Tanımı

“Din insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için Allahü Teâlâ tarafından peygamberleri aracılığı ile insanlara gönderilen kurallar bütünüdür.”[1]

“İslâm’ın terim anlamı ise Allah’ın peygamberler vasıtasıyla göndermiş olduğu emirleri, inanarak düşünerek ve severek kabul edip uygulamaktır.”[2]

Dinin / İslâm’ın ne olduğunu doğru olarak anlarsak, “mezhep”, “fırka”, “Şiilik” ve “Sünnilik” gibi kavramları birbirinden tefrik edebiliriz.

Elmalılı Tefsirinde konuyla ilgili şu bilgilere yer verilir:

“Din kelimesi Arap dilinde ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, adet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu ve hepsinin ölçüsü olan “millet” ve “şeriat” manalarına gelir…

Din, akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden bir ilahi nizamdır…

Hak dinin en belirgin özelliği, Allah’ın koyduğu kanun olmasıdır… O halde Allah’ın kanunu her şeyden önce insan ruhuna bütün varlığı ile uyan, görünür ve besbelli bir zaruri ilim ortaya çıkmalıdır ki bu görünme bizzat Allah’ın nizamı ve hitabı olduğu kendi kendine anlaşılsın ve apaçık olsun da, sonra akıllar tecrübe ve delile dayanarak netice çıkarma yoluyla, kalpler zevk ve ferahlık ile bundan feyz (ilim-irfan) alsınlar. İşte bu zaruri ilme şeriat dilinde “vahiy” ve bu nimeti elde etmeye “nübüvvet/ peygamberlik” denilir…

İşte hak din başlangıçta peygamberlik denilen böyle ilahi bir nizam ile gerçekleşir ve bu tecelli insanda görülür. Fakat kaynağı bakımından insana ait bir nizam olamaz. Doğrusu insan ruhu Allah’a ait ilimde “yapan” değil “kabul eden”dir. Bilgi uydurulmaz, alınır ve bunun için ilimde ruh ile dış dünya arasında bir hak ilişkisi vardır ki bu ilahi bir nizamdır.” [3]

Din (İslâm) ilahî bir yapı, yani Allah’ın nizamı olunca, din adına söz söylerken çok dikkatli olmak, beşerî arzu ve temayüllerden uzak kalmak, hayatî önem taşır. Bu sebeple bahsi geçen tefsirde buna vurgu yapılarak konuyla ilgili bir de hadis-i şerif zikredilir:

“Bunun için din ilminde iştihadan sakınmak ve uzak kalmak en büyük şarttır“Kim Kur’ân’ı şahsî görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur” [4] hadis-i şerifi de bunu ifade ediyor.”[5]

İşte bu büyük tehlike ve hassasiyetten dolayı dinde şahsî görüşün / indî yorumun yeri yoktur. Din konusunda mutlaka delil ile konuşmak gerekir. Zaten bu da emredilmiştir.[6]

2- Mezhep Nedir?

Mezhep, terim olarak “Dinin aslî veya fer’î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” diye tanımlanabilir.[7]

Anlaşılacağı üzere mezhep, dinin içinde usul ve metod ortaya koyan disiplinlerdir. Yani din mezhepleri içine alır, ihata eder; fakat mezhep dini içine alıp ihata edemez.

Bu bilgileri konumuzla ilişkilendirdiğimizde şunu görürüz:

Ehl-i Sünnet’e mezhep demek mümkün değildir.

Çünkü Ehl-i Sünnet, yetmiş üç fırka hadisinde geçtiği gibi fırka-yı naciye olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashabının yoludur.

Buna göre bir kere daha soralım:

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashabının dışında İslâm’ı temsil eden başka bir irade ve merkez mi var ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) konumu mezhep seviyesine düşürülsün?

Böyle bir yaklaşım Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dindeki konumunu zaafa uğratmaktır.

Elbette ki İslâm’da tek merkez, Allahü Teâlâ’nın emir ve prensipleriyle hareket eden, vahiy alan Hz. Peygamber’dir (s.a.v.). Onun temsil ettiği yol da (Ehl-i Sünnet de) İslâm’ın ana yoludur; sırat-ı müstakim olarak İslâm’ın ta kendisidir. Şu ayette buyurulduğu gibi:

“(Hiç şüphesiz ki sen) dosdoğru yol üzeresin.” (Yâsîn: 4)

3- Fırka Nedir?

“Fırka kelimesi (çoğulu fırak) sözlükte “ayırmak, bölmek; açıklayıp hükme bağlamak” mânalarına gelen fark kökünden isim olup, insanlar arasından ayrılmış belli bir grup ve topluluğu ifade eder. Terim olarak, İslâm fikir tarihinde kendilerine has siyasî düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan gruplar için “siyasî akım” (bir nevi parti) ve “itikadî mezhep” anlamında kullanılmıştır.”[8]

Görüldüğü üzere fırka kelimesi kopma, parçalanma, farklı farklı gruplara ayrılma anlamı taşımaktadır. Ki bu mana yetmiş üç fırka hadisinde verilen mesajla da mutabık düşmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir fırka dışında kalan yetmiş iki fırkayı cehennemlik olarak göstermesinin sebebi, bidat ve dalalet vasfı taşımalarıdır.

Bidat, dinden olmayan, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine ters düşen anlayış, inanç ve görüşleri ifade eder. Dinde olmayan bir şeyin dine sokulması ise son derece tehlikeli görülmüş ve hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, makbul değildir.” [9]

Dalalet kelimesi ise “bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak” demektir.[10]

“İslâm literatüründe dalâlet, bir tasnife göre nazarî ve amelî ilimlerde olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. Nazarî ilimlerde dalâlet, itikadî konularda gerçeğe aykırı inançları benimsemek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür dalâlet için “haktan uzak bir sapıklık” (en-Nisâ 4/136) tabiri kullanılmıştır ki bunun inkârdan farklı olmadığı açıktır. Amelî ilimlerde dalâlet ise ibadet, hukuk ve ahlâk alanına giren konularda İslâm dinine aykırı fikirlere sahip olmayı ifade eder.” [11]

Elhasıl dinin özüne ters düşen, İslâm açısından söylersek nassla tenakuz teşkil eden yaklaşımlar, bidat ve dalalet kategorisine girer. Şayet bu bidat ve dalalet bir itikadî ihlal noktasına varıyorsa, bu sefer İslâm dairesinden çıkmak söz konusu olur.

Yetmiş üç fırka hadisindeki yetmiş iki fırka, Ehl-i Sünnet âlimlerince hadisin ruhuna uygun olarak “sapkınlık” olarak ifade edilmiş, küfürle itham edilmemiştir. Bu, Ehl-i Sünnet’in titizliğini gösteren ölçülü ve genel bir davranıştır.

Ancak bir bidat veya dalalet fırkasının görüşleri tek tek incelendiğinde, Kur’ân ve Sünnet açısından açık bir itikadî ihlal bulunursa, İslâm âlimleri bu görüş sahiplerinin küfre düştüğünü ifade etmekten de çekinmezler.

Şimdi bu ölçüleri esas alarak Ehl-i Sünnet yoluna tekrar bakalım:

4- Ehl-i Sünnet Hadiste de Geçtiği Üzere Fırka-yı Naciyedir

Fırka-yı naciye kurtuluş yoludur. Kur’ân ve Sünnet’le mutabık olmayan bidat ve dalalet fırkaları asla kurtuluş yolu olarak nitelenemezler.

Tam da bu noktada bugün sık sık gündem edilen Sünni - Şii ayrımı / çatışması vs. gibi tabirlere de temas etmek gerekir.

Sünni terimi Ehl-i Sünnet yolunun kısaltılmış ifadesidir. Bu yol İslâm’ın ta kendisidir, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve Ashabının yaşadığı yoldur.

Dolayısıyla Sünni – Şii çatışması deyip Sünniliği bir mezhebi çağrıştıracak şekilde kullanmak son derece yanlıştır. İslâm’ın mahiyetini tahrifata uğratacak kadar da tehlikelidir. Çünkü bu tabir zımnen Ehl-i Sünnet dışında sırat-ı müstakimi ifade eden başka yollar da olabileceği anlamına gelir ki bu mümkün değildir.

Şiilik ise gerek ortaya çıkışı, gerekse tarihî seyri içerisinde takındığı tavırla Kitap ve Sünnet’le açı yapan bir anlayıştır. Yani Ehl-i Sünnet yolu bir mezhep olmadığı gibi, aynı şekilde Şia da yapısı ve karakteri itibariyle bir mezhep değildir. Bu haliyle de “fırka” olarak adlandırılmaya uygun düşmektedir. Bu sebeple Ehl-i Sünnet âlimleri Şiiliği İslâm’ın bir mezhebi olarak değil, alternatif din anlayışları şeklinde ortaya konan fırkalar kategorisinde ele almışlardır. Tıpkı Mutezile, Haricilik, Mürcie, Kaderiye, Cebriye vb. fırkalar gibi.

Şu da var ki, İslam âlimleri her ne kadar Şia’yı bidat ve dalalet fırkaları arasında saymışlarsa da, hakikat Şiiliğin gerek müntesiplerince, gerekse de oryantalistler tarafından İslam’a alternatif bir din gibi kabul edilip bu şekilde yayılmaya çalışıldığıdır. Araştıranlar bunun böyle olduğunu pek çok delille görebilirler.

Sonuç olarak Sünniliği ve Şiiliği İslâm’ın iki ana mezhebi gibi sunmak asla ilmî değildir ve itikadî birçok mahzur taşımaktadır.

Bu kadarla iktifa ediyor, meselenin detaylarına şimdilik giremiyoruz.

5- Ehl-i Sünnet Çatısı Altında Yer Alan İtikadî ve Amelî Mezhepler

Ehl-i Sünnet’i Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yürüdüğü ana cadde ve sırat-ı müstakim yolu olarak tanımlamış ve sebeplerini anlatmıştık.

Bu çatı altında itikadî ve amelî olmak üzere iki çeşit mezhep vardır.

İtikaddaki mezhep üçtür:

Hasan el-Eş’ârî’nin imamlığındaki “Eş’ârîlik”,

Muhammed Mâturûdî’nin imamlığındaki “Mâturûdîlik.”

Ahmed b. Hanbel’in temsil ettiği “Selefîlik”

Selefîlik, İslam’ın ilk dönemlerinde yaşayan Selef-i Sâlihîn’in, yani Sahabe, Tâbiîn ve Tebeitâbiîn neslinin ve bunlara uyanların itikadî konularda her türlü yorum ve tevile kapalı olan yoludur. Bugün ise Selefîliğin mensupları azdan da azdır. Günümüzde adına “Yeni Selefîlik” denen akım, İslam’ın ilk dönemlerindeki Selefiye itikadıyla aynı şey değildir. Bu yeni akım, bidat görüşlerden olan Vehhabiliğin bir versiyonu mahiyetindedir. Mensupları da mezhepsizliği yol edinerek, ayetleri akıllarıyla (kendi reyleriyle) yorumlayıp Selef çizgisinden uzaklaşmışlardır. Biz Selefiliği Ehl-i Sünnet içinde gösterirken, teslimiyet ifade eden, her türlü yoruma kapalı, Selef-i Sâlihîn’in pak ve temiz itikadını kast ediyoruz.

Ehl-i Sünnet çatısı altındaki amelî mezhepler de dörttür:

- İmam Azam Ebu Hanife’nin imamlığındaki “Hanefîlik”,

- İmam Şâfiî’nin imamlığındaki “Şâfiîlik”,

- İmam Mâlik’in imamlığındaki “Mâlikîlik”,

- İmam Ahmed b. Hanbel’in imamlığındaki “Hanbelîlik”

Ehl-i Sünnet mensupları daha ziyade bu dört mezhep etrafında toplanmışlardır.

Süfyan-ı Sevrî, Evzâî, Davud ez- Zâhirî gibi müçtehit ve fakihlerin yolları da haktır. Bugün bilinen ve tatbik edilen dört hak mezhep olması, sayılan bu müçtehitlerin yollarının da hak olmasına engel değildir. Ancak bunların yolları geniş kitlelerden taraftar bularak yaşatılmadığı için, günümüzde bir mezhep olarak anılmamaktadır.

Hiçbir mezhep imamı “Ben bir mezhep kuruyorum, gelin siz de bu mezhebe katılın” diyerek harekete geçmemiştir. Onlar Kitap ve Sünnet ekseninde içtihatta bulunup kendilerine müracaat eden Müslümanların meselelerine çözümler getirdikçe, o Müslümanlar da onların etrafında kümelenmiş ve böylece zaman içerisinde kendiliğinden gelişen bir süreç olarak, bu imamlara nispet edilen mezhepler teşekkül etmiştir.  Yani mezhepler, İslâm fıkhının açılımı ve detaylandırılmasından meydana gelen İslâmî hukuk mektepleridir; dolayısıyla İslâm’da bir bölünme parçalanma değil, bilakis zenginlik ve rahmet sebebidir.

Bunlardan birini tercih eden her Müslüman, bu mezheplerin usul ve metodlarına bağlı kaldığı müddetçe Allah’ın izniyle hak üzere olur.

İşte bir süredir yazılarımıza konu edindiğimiz İslâm’ı doğru anlamanın yolu, bu yüce dine, sırat-ı müstakim yolu olan Ehl-i Sünnet ölçüleriyle bakmaktır.

Tahrifatçılar ise bu Kur’ân ve Sünnet yolunu “gelenek” diyerek devre dışı bırakmakta, on dört asırlık müktesebatı bir çırpıda harcayarak kendi hevâları doğrultusunda bir din anlayışı ortaya koymak ve hatta dayatmak istemektedirler.

Ehl-i Sünnet yolunu Cenâb-ı Hak Kur’ân’daki ayetlerle, Hz. Peygamber de (s.a.v.) hadisleriyle tarif etmiştir. Yani kurtuluşun adresi bize ayan beyan gösterilmiştir.

Bu yolun dışına çıkan her kim olursa olsun, asla İslâm’ı doğru anlayamaz, sapkınlığa sürüklenir.

Gelecek yazımızda bazı âlimlerin Ehl-i Sünnet’in önemini anlatan sözlerine yer vereceğiz.

[1] Din Eğitimi ve Din Hizmetlerinde Rehberlik, s. 201. Anadolu Üniversitesi Yayınları, 4. Baskı, Eskişehir, 2013.

[2] A.g.e., s. 14.

[3] Elmalılı, c. 1, s.91-95.

[4] Ahmed b. Hanbel I,269; Tirmizi, Tefsirul Kur’ân: 1; Feyzül Kadir, VI. 190.

[5] Elmalılı, c. 1, s. 94-96.

[6] Bak: Hac: 3.

[7] https://İslâmansiklopedisi.org.tr/mezhep#1

[8] https://İslâmansiklopedisi.org.tr/firka

[9] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 2.

[10] https://İslâmansiklopedisi.org.tr/dalalet#1

[11] https://İslâmansiklopedisi.org.tr/dalalet#3-mezhepler-tarihi

Kaynak: İstiklal.com.tr

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?