Erdemli insan olabilme yolculuğu (1) - Erhan Erken
Erhan Erken bu başlık altındaki yazısında daha çok varlığın mahiyetinin incelenmesi, insanın benliği ve buna bağlı konular üzerinde durdu

Erhan Erken
Varoluş ve bilgi kaynakları ile ilgili sorular
İnsanoğlu hayatının anlamını ararken öncelikle kritik mahiyetteki bazı soruları sorabilmeli ve sonraki adımda da onların cevaplarını bulmaya çalışmalıdır. Ancak bu sayede hayat bir mana ifade edebilir. Dinler ve felsefi ekoller de bu süreçlerde insana büyük oranda destek sağlamaktadırlar.
İnsanoğlu için cevabını aradığı birinci önemli soru genellikle “Ben kimim sorusu olmaktadır”.
Tabii bu konunun tamamlayıcı unsurları olarak “İnsanoğlunun bu hayata gelişi nasıl olmuş, onun varlığının gayesi nedir, onun var olmasına karar veren irade ondan neler istemektedir?” gibi sorular da beraberce cevaplanması gereken hususlar olarak öne çıkmaktadır.
Diğer bir önemli soru da “İnsan öldükten sonra ne olacaktır?” Bu kadar önemli bir varlık olan insan için ölüm bir yok oluş olmamalı ve varoluşun ölümden sonra da devam eden bir anlamı olmalıdır. Dolayısıyla bu noktada da varoluşa anlamlı cevaplar bulabilmek tabiidir ki çok büyük önem arz etmektedir.
Zikri geçen iki soru felsefi literatürde ‘mebde ve mead’, yani ‘başlangıç ve son’ meselesi diye ifade edilmektedir. Bu iki soruya cevap bulabilmek aynı zamanda çok önemli bir başlık olan varlığın anlamını kavrayabilme arayışıdır.
Bu alana “Ontoloji”, yani varlığın incelenmesi veya “Varlık Nazariyesi” adı verilmektedir.
İkinci olarak, “İnsanın bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunun cevabını aramak da bir başka önemli ve tamamlayıcı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır
Bilgini kaynağı nedir? Bilgiye ulaşmada akıl ne kadar etkilidir, vahiy nerede durmaktadır? İnsanoğlu varoluşu ve benliği ile ilgili soruların cevabını hangi bilgi kaynaklarına başvurarak bulacaktır veya bulmalıdır? İşte buna da “Epistemoloji” veya “Marifet Nazariyesi” adı verilmektedir.
Bu çerçevede üzerinde önemle durulan üçüncü önemli başlık da Ahlak veya etik diye tanımlayabileceğimiz insan davranışlarının mahiyetinin incelenmesidir. Ahlak bir açıdan “hulk” kelimesinin çoğuludur ve huylar, seciyeler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla gerçek anlamıyla ahlak, insanın “hulk” üzere, yani yaratılışındaki genel özellikleri üzere olmasıdır. Burada şu soru karşımıza çıkmaktadır:
İnsanoğlunun yaratılıştan gelen özellikleri nelerdir?
Bizim inancımız insanoğlunun temiz bir fıtrat üzere yaratıldığını öngörmektedir. Bu noktadan hareketle şunu söylemek mümkün hale gelir ki ahlak, kişinin yaratılışındaki İslam fıtratı üzerine olması demektir.
Bu noktada özellikle, “Sen yüzünü Hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir” (Rûm suresi, 30) meâlindeki âyetle, “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar.” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 79, 80, 93; Müslim, “Ḳader”, 22-25) meâlindeki hadisler konumuzla uygun olarak değerlendirilebilecek kaynaklardır.
Özetle insan, İslam fıtratı üzere, yani iyilik ve güzelliklere meyyal olarak yaratılmıştır. Ahlak başka bir ifadeyle, fıtrata uygun güzel huylara sahip olmak anlamına gelmektedir.
İnsanoğlunun, varlığını anlamlandırması, bilgi kaynaklarını seçmesi ve bunlara dayalı olarak sahip olduğu ahlaki anlayışı ile vardığı nokta, onun bu hayatta nasıl bir istikamet alacağını da belirlemektedir. Diğer bir ifade ile bir insanın ameli ve aksiyonu, kendisinin varoluşu ile ilgili sorduğu sorular, bulabildiği cevaplar ve bu süreçte başvurduğu bilgi kaynaklarına göre şekillenmektedir.
Doğru bilincin oluşumu
İnsanoğlunun kendi iç dünyasında, yukarıdaki temel sorulara verilen cevaplar çerçevesinde, her şeyi gözlemleyen bir “Ben”lik duygusu ortaya çıkmaktadır. Buna bazı uzmanlar tarafından “Gözlemleyen Ben” adı da verilmektedir.
İlave olarak insanın kendi ihtiyarı, yani kendi seçimi dışında edindiği çeşitli kimlikler bulunmaktadır. Mesela kadın veya erkek oluşu, içinde doğduğu ve yetiştiği kültür ve medeniyet dairesi, bulunduğu ülke, yaşadığı şehir, mahallesi ve ailesi bu tarz kimlik unsurlarıdır.
Bunların da insanın benliğinin teşekkülünde önemli oranda etkileri bulunmaktadır.
İşte tüm bu unsurların karşılıklı etkileşimi ile insanın “Gözlemleyen Ben”i şekillenmektedir.
İnsanın ilave olarak “Gözlemlenen Ben” adı verilen bir “Benlik” daha vardır. Buna da kısaca insanın egosu veya nefsi denebilir.
İnsanın anlam dünyasındaki keşifleri ve sonrasında buna dayalı olarak hayatına verdiği/vereceği yön sürecinde “hakiki bilinci” (yani gözlemleyen beni) onun “gözlemlenen benini” sürekli kontrol altında tutmaktadır/tutmalıdır.
Sonradan oluşan kimliklerin, bilincin, duyguların, sosyal kimliklerin, mesleklerin de gerçek manada anlamlı olabilmesi için öncelikle hakiki benliği (bilinci) ile ilgili “temel sabitelerin” yerli yerine oturmuş olması önemlidir…
Peki oturmasa ne olur? O zaman insan yaşadığı hayat içinde gerçek yerini bulamaz ve kendini gerektiği şekilde anlamlandırmaz. Mesleğini doğru seçemez, aile ve sosyal hayatını üzerine oturtacağı zemini isabetli bir şekilde belirleyemez, amelleri sağlıklı olamaz…
Bir Müslümanın bu benlik oluşumu sürecinde sabiteleri nelerdir veya neler olmalıdır?
Bir insan İslam dini ana penceresinden baktığımızda öncelikle Allah tarafından yaratılmış olan evrenin bir parçasıdır, kendisine çok önem verilen insandır ve yine önemli bir değer olarak Allah’ın kuludur.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat suresi, 56) ayeti bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.
İnsan dünyada belli bir süre yaşar ve bu süre kendisi tarafından tayin edilmiş bir zaman değildir. Dolayısıyla kendisine bu hayatı bahşeden Allah’ın kendisinden neleri beklediğini iyi anlamak, bilmek ve hayatını ona göre düzenlemek durumundadır.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, kendi çabasıyla seçmediği ama hikmet-i ilahi üzere içinde yer aldığı bir ülkeye, bir millete, bir şehre, bir mahalleye ve bir aileye ait olması da onun benliğinin gelişmesinde belli düzeyde bir yere sahiptir.
Zaman içinde kendi ihtiyarı ile sahip olduğu mesleğinden ve diğer uğraşlarından dolayı başka kimliklere de sahip olur. Öğrenci, öğretmen, iş adamı, işçi anne, baba vb.
Tüm bu kimlikler ve aidiyetlerin de insana yüklediği belli mükellefiyetler bulunmaktadır.
İnsanoğlunun sonradan edindiği tüm kimlikleri, en üst kimliğine uygun olarak, yani kul olma bilinci içerisinde ve gözlemleyen ben’inin (hakiki bilincinin) gözetimi altında değerlendirmek ve anlamlandırmak gibi çok önemli bir mükellefiyeti de bulunmaktadır. Bunu gereği gibi yapabildiği oranda yaşadığı hayat daha anlamlı olacak, sonradan kendi üzerine yüklenen diğer vazifelerin de daha rahat bir şekilde üstesinden gelebilecektir… Bunu başaramadığı oranda muhtemelen birçok iç sorun yaşayacaktır.
İnsan kendi rızası ile bu tercihleri yaptığı zaman üzerine yüklenen kimliklerle ilgili mükellefiyetler ona ağır gelmeyecek, herhangi bir iç sıkıntı yaşamayacaktır. Ancak böylesi bir durumda hayatını belli bir denge içinde sürdürebilecektir.
İnsanın etrafında birçok kereler kendi dışında gelişmiş olan şeyler (çevre şartları, pozisyonlar, içinde bulunan ortamlar, mesleklere ve alt kimliklere yüklenen değerler) onu yönlendirebilir ve bazen de adeta belli bir kıskaç içine alabilir.
Öncelikle bunları fark etmek ve buradan çıkmaya çalışmak önemli bir uğraştır. Bu gayret insanın kendini bulma, hakiki kimliğine ve benliğine ulaşma çabasıdır.
Burada Doğan Cüceloğlu’nun Savaşçı adlı kitabında anlattığı bir örnek konuyu güzel ortaya koymaktadır. Bir adam beraber olduğu toplulukta kaç kişi olduklarını saymaya başlıyor. Birçok deneme sonrası her seferinde ulaştığı sayı, olması gerekenin daima bir eksiği çıkıyor. O topluluğa ait başka birkaç kişiye de saymasını söylüyor. Ulaşılan rakamlar hep olması gerekenin bir eksiği çıkıyor. Sonuçta oradan geçen başka birisine saydırıyorlar. Bu sefer rakam olması gerektiği gibi çıktığı fark ediliyor. Dikkatlice düşündüklerinde hata yaptıkları noktayı buluyorlar. Topluluk içinde bulunan ve kendi içinde bulundukları grubu sayanların hepsi aynı hatayı yapıyor, yani kendilerini saymayı unutuyorlardı.
İşte kendi hakiki bilincini kavrayamamış kişilerin düştükleri hatayı anlatan ilginç bir tespit.
Esas benliğinin ve “Ben”inin farkına varamayan kişilerin aynen bu durumda olduklarını var sayabiliriz.
Buradan hareketle şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün: İnsanoğlu kendisinin hakkıyla farkına varamadığı zaman, gerçek kimliğiyle yaşamaya muvaffak olamıyor. Kendisini, gözlemleyen beninin, yani gerçek benliğinin kontrolü altında yaşadığını sanıyor. Oysa bu kişi gerçek kimliği ile yaşamıyor ve davranamıyor adeta yaşıyormuş gibi bir hayat sürüyor.
Peki bu halden kurtulmak nasıl mümkün olabilir?
İnsanın hakiki kimliğinin dışında bir şekilde yaşadığı halden uyanması veya en azından uyanmaya çalışması için ciddi bir gayret göstermesi ve adeta kendisi ile mücadele etmesi gerekmektedir. Burada önemli olan, insanın kendi özgün seçimini yapabilmesi, gerçek kimliğini bulma yoluna girebilme iradesi göstermesidir. Bu bir oluş ve tekâmül sürecidir. Ciddi bir çaba sarf etmesi icap etmektedir.
İnsan bu seçimi nasıl yapabilir?
Bahsi geçen süreçte insanın atması gereken ilk ve önemli adım, “cesaret” sahibi olmak ve kendisi ile dış dünyayı iyi analiz edebilmektir. Öncelikle kendi iç dünyasına derinlikle bakabilmeli, yukarıda belirttiğimiz ana soruları sorabilmeli, doğru ve anlamlı cevaplar bulabilmelidir…
Burada kullanabileceğimiz en anlamlı fiil “düşünmek”, yani insanın adeta kendi “içine düşmesi ve hakkıyla tefekkür edebilmesi”dir.
Doğru ve derinlikli düşünmek hedefe varabilme yolunda önemli bir vasıtadır.
Bu konuda kullanılan önemli bir diğer kavram da ‘afaki ve enfusi tefekkür’ diye ifade edilmektedir.
Fussilet suresinin 53’ncü ayetinde geçtiği üzere “Biz onlara hem afakta (kendi dışındaki dünyada) ve enfüste (hem kendi nefislerinde ) delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?”
Bu gayret içine giren kişi için önemli bir diğer nokta da “niyet”tir. Salih bir niyet, insanın içinde bulunduğu ortamı nasıl anlayacağını, o ortamda bilincini nasıl organize edeceğini belirleyen önemli bir etkendir.
“Ameller niyetlere göredir.” hadis-i şerifi niyetin önemini çok iyi anlatmaktadır.
Ayrıca “samimiyet ve içtenlik” bunu tamamlayan bir başka özelliktir. Yani insanın her durumda sahici olabilmeyi başarabilmesidir.
Her olaydan alabileceği derslerin ve öğrenebileceğinin en fazlasını elde edebilmek de bir diğer önemli başlıktır. (Tecrübe biriktirmek) Tecrübe, gözlemleyen bilinci daima canlı tutan çok önemli bir birikimdir.
Tüm bunların sonucunda varılan nokta doğru bir “kararın” alınabilmesidir. Karar bir yanıyla bu sürecin son aşaması, bir yanıyla da çok önemli bir yolun başlangıcıdır.
Kişisel bütünlük önemlidir
İnsan kendi içinde dengeli olabilmek ve kişisel bütünlüğünü sağlayabilmek için, bulunduğu halin dışında daha büyük bir gerçeğin parçası olduğunu idrak edebilmelidir. İnsanoğlu kendisini bir bütünün parçası olarak “Ben” şuuru içinde görmelidir.
Burada Allah tarafından yaratılmış tüm evrenin önemli bir değeri olduğu, insanın bu muazzam evrenin bir parçası olmakla ayrı bir değer kazandığı ve bu yaradılışa uygun bir davranış bütünlüğü içinde bulunmasının öneminin farkında olmasına dikkat çekilmektedir.
Bu noktada bakış açısının şöyle olması sıhhatli bir sonuca ulaşabilmeyi sağlayabilir. Mesela bir insanın herhangi bir meseleden dolayı ıstırap çektiğini var sayalım. Bu ıstırap çekme aslında büyük resim içinde ailesinin, milletinin ve insanlığın top yekûn ıstırabı olarak düşünülmelidir. Keza bir insanın mutluluğu da halka halka tüm insanlığın mutluluğuna giden yolun ilk merhalesi olarak ele alınmalıdır. Bütünün parçası olabilmeyi becerebilmek ancak bu tip bir bakış açısı ile mümkün olabilir.
MUSİAD’ın bir dönem sıkça kullandığı şöyle bir sloganı vardı ki bence bu hakikati en güzel şekilde açıklamaktadır: “Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş bizim de (benim de) kurtuluşumuz olamaz.”
İnsanın dışındaki varlıklara (hayvanlar ve bitkiler) baktığımızda onlarda hiç bir eksiklik göremeyiz. Fiziki açıdan kusursuz ve tamdırlar (Bazı özel istisnaların dışında). Ayrıca onların hepsinde ayrı ayrı yönleri güçlü olan sevk-i ilahi (içgüdüleri) ve kendilerine tayin edilmiş ve dışına çıkamayacakları görevleri vardır.
İnsan da fiziki açıdan kusursuzdur. Hayvanlardan farklı olarak zihinsel kanatları, ayakları, ruhi kabiliyetleri vardır. Bunlar çocukluktan itibaren kendisine bahşedilmiştir. İlave olarak, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliği irade-i cüziyesidir. İnsan kendi iradesini kullanarak farklı seçenekler arasında kararlar verebilir. Bu karar sürecinde de kendisine verilmiş özellikleri en iyi şekilde kullanabilmelidir. Bu özellik iyi kullanıldığında insan meleklerden de üstün olabilir. Aksi durumda ise hayvandan da aşağı bir seviyeye düşebilir.
Çocuklara ve gençlere yetişme çağında verilen yanlış eğitim veya hatalı yönlendirmeler onların adeta kanatlarını veya ayaklarını zedeleyebilir, ruhi gelişimini engelleyebilir. O zaman da onlardaki kişisel bütünlük bozulabilir. (Kişiliğinin gelişmesini engelleyici etkiler, yönlendirmeler vs.) Bunlar da zaman içinde insanın irade-i cüziyesini doğru ve verimli kullanmasını engelleyen unsurlar olabilir. Bu noktada insanoğlunun yetişme sürecinin önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Kişisel bütünlüğün sağlanması
Kişisel bütünlüğün ilk şartı gerçeğe saygıdır. Gerçeğin çarpıtılmaması, insanların kendilerine ve başkalarına yalan söylememesi önemlidir.
İnsan algıladığı gerçek neyse ona uygun olarak yaptığı davranışların sorumluluğunu almalıdır. Doğru da olsa hatalı da olsa böyle davranması sorumluluk gereğidir. Burada önemli olan kişinin “kendisi” olmasıdır.
İçi dışı bir olmalıdır. Özü ve sözü aynı olmalıdır. Burada açık sözlülükle patavatsızlığı ayırabilmek önemlidir.
“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” hükmü bu konuyu en iyi açıklayan bir deyimdir.
İnsanın inandığı değerlerle ve ilkelerle uyumlu yaşaması kişisel bütünlük açısından gereklidir.
İnsanın kişisel bütünlük içinde hareket ettiğini en iyi değerlendirecek yer gözlemleyen benliktir, benliğin hakkaniyet adına gözlemleyen haline başka bir deyimle vicdan denir.
Kişisel bütünlüğü olan insanın bakışı, oturuşu, duruşu ve davranışları kendine has bir gücü ifade eder. Kendisi ile barışıktır, söylediklerini, savunduklarını kendi hayatında da uyguladığı için kendisi ile hiçbir durumda çelişmez.
Dolayısıyla erdemli bir hayat yolculuğu içindeki ferdin özü ve sözünün doğru oluşu, bunun yaşantısı yansıması etrafındaki insanlara da güven verir. Ayrıca kendisini daima dışındaki büyük âlemin bir parçası olarak görmesi ve sadece kendisini değil içinde yer aldığı o büyük âlemi de aynı oranda düşünmesi insanın hem çevresi hem de kendisi ile uyumlu bir hayat sürmesini sağlayacaktır.