Kutsal Emanetlerin İstanbul’a nakli ve muhafazası
Fahrettin Paşa’nın Medine’den İstanbul’a getirdiği Kutsal Emanetler neden sergilenmiyor? Kıymetli kutsal mücevherler ve altın şamdanlar, zümrüt askılar, Topkapı Müzesinin depolarında yıllardır muhafaza edilmektedir. -Hz. Osman’ın yazdığı Kur’anı Kerim hariç diğer emanetler teşhir edilmemektedir.

Osman Şahin
Hatırlanacağı üzere, 2017 senesinde Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed tarafından yayınlanan bir mesajla Medine’de bulunan kutsal emanetlerin Fahrettin Paşa tarafından “çalınıp” İstanbul’a götürüldüğü iftirası atılmıştı. Türkiye tarafından, iktidarı ve muhalefetiyle beklemediği bir cevap verilince Şeyh Zayed ve onu konuşturan Suudi Prens Selman’ın öfkesi iyice artmış ve hayatta olmayan Osmanlı Devletini karalayan “Ateş Krallıkları” isimli dizi film için 40 milyon dolarlık bir bütçe ayırarak hıncını dindirmeye çalışmıştır.
Birinci Dünya Savaşının o felaket ortamında, canını ortaya koyarak kutsal emanetleri kurtaran Fahrettin Paşa’yı Arapların şükranla anmasını beklerken hırsızlıkla itham etmeleri tam bir paradokstur. (Türkiye’ye ve diğer mücavir ülkelere sığınmış Suriyeli mültecilerden tek kişiyi dahi mülteci olarak kabul etmeyen Zayed veya Prens Salman, bir film için 40-50 milyon dolarlık (270 Milyon TL) bütçe ayırabilmektedir.
İşte o belge: Uluslararası Af Örgütü'nün bir raporunda, “Körfez ülkelerinin Suriyeli mültecileri yeniden yerleştirme programlarına katılmamasının utanç verici olduğu, hâlbuki Körfez Arap ülkelerinin (SA, Katar, Kuveyt, BAE) din ve dil birliği nedeniyle, savaştan ve takibattan kaçan Suriyeli mültecilere yardım ve himaye verenlerin başında gelmesi gerektiği”, belirtilmektedir.
Kaynak: https://www.internethaber.com/suriyelileri-kabul-etmeyen-4-musluman-ulke-811393h.htm
Ateş Krallıkları dizisi siyasi bir çaresizliğin örtbas edilmesi çabasıdır:
BAE, Suudi Arabistan ve Mısır, içinde bulundukları siyasi çaresizlikleri örtbas etmek ve dikkatleri başka tarafa çekmek için Osmanlıyı ve Türkiye’yi karalayan 14 bölümlük Memalik El Nar (Ateş Krallıkları) dizisiyle tarihi yeniden yorumlamaya kalkışıyorlar. Oysa, başlarında “Filistin Meselesi” gibi bir gaile var. Suudi Arabistan Yemen’le imtihan ediliyor ama Prens Salman muhtemelen Kaşıkçı olayını hazmetmemiş olmalı ki Türkiye aleyhtarı film çeviriyor. Mısır insan hakları alanında çok kötü durumda, hak hukuk yerlerde sürünüyor. Irak ve Libya’da ümmetin durumu malum. Her gün patlayan bombalarla onlarca insan öldürülüyor. Bu üç ülke söz konusu yerel sorunları görmek ve duymak istemiyor. Eski defterleri karıştırmaktan medet umuyor ve 96 yıl önce tarihe karışmış bir devleti bir dizi ile karalayıp ekranlara getirerek ülkelerinin içinde bulunduğu sıkıntılı gündemi toplumun nazarından uzak tutmaya çalışıyor. Öyleki, Suudi Arabistan’da ne Kaşıkçı Cinayeti konuşuluyor ne de Mısır’da halk Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi mahkeme huzurunda can çekişirken taş kesilen mahkeme heyetini konuşuyor.
Kutsal emanetlerin muhafazası konusunda sarf edilen gayretleri anlatmadan önce, Abdurrahman Cîretî’nin Hücre-i Nebevi’deki mücevherler hakkında yazdığı paragrafı sadeleştirerek nakledelim. (Kaynak: Cevdet Paşa Tarihi, Cild 8 Sayfa 273). Cîretî bu beyanlarında kutsal emanetler konusunda yanlış düşüncelere neşter vuruyor.
Abdurrahman Cîretî’nin Kutsal Emanetler hakkındaki beyanları:
“Hücre-i Şerifedeki mücevherler, Osmanlı padişahları, zenginler, paşalar, padişah eşleri (sultanlar) ve padişah kızları tarafından, mirasçılarına bırakmamak için yahut cihad zamanında kullanılmak üzere, Ravza-i Mutahharadaki Hücre-i Muattara’da muhafaza edilmek için gönderilmiştir. Zaman geçtikçe bu mücevherler orada çoğaldı. Bu arada bir kavram ortaya atıldı. Güya bu mücevherler Peygamber Efendimizin malı olup buradan alınmasının caiz olmadığı zihinlere yerleşti. Oysa Efendimiz (Aleyhissalatü Vesselam) bu isnattan müberradır. Hayatta iken mal biriktirmeye asla tenezzül etmemiş ve ümmetini mal biriktirmekten uzak tutmuştur. Eğer bu kıymetli mücevherleri Peygamberimize olan sevgiden oraya sadaka olarak koymuşlarsa bu da doğru değildir. Zira, Peygamberimiz (AS): “sadaka benim neslimde olanlara verilmez, çünkü sadaka insanların malının kiridir” demiş ve Haşimoğullarını sadaka almaktan men etmiştir. Maldan maksat hayatta iken yararlanmaktır hayattan sonra yararlanmak için değildir.
Cenab-ı Hak malı dünya işlerini yürütmek için yaratmıştır. Dünyada kötülükler hep mal sebebiyle meydana gelir. Fakat mal aslında kötü olmayıp mahalline sarf olunur ise ahirette dahi sahibine yardımcı olur. Resulullah muhabbeti, kendisini tasdik ve ortaya koyduğu prensiplere uymakladır. Yoksa onun emirlerine muhalefet etmek ve malı onun hücresine koyup ve biriktirip fukara ve muhtaçlardan mahrum etmek değildir. Eğer bunları oraya koyan ve biriktiren kimse cihad anında yararlanıyorum derse buna cevaben deriz ki: Asrımız hükümdarlarının şiddetli ihtiyaç ve çaresizliklerini gördük. Düşmana tazminat itası ile antlaşma yapmaya mecbur oldular ve mal tahsil için tüccar ve halkı fakirliğe duçar edinceye dek baskı uyguladılar.
Buna rağmen oraya vakfedilmiş mücevherlerden hiçbir şey almadılar. Belki bu durumda dahi ellerindeki bazı kıymetli mücevherleri Hücre-i Nebeviyeye hediye olarak gönderip mühim işlerine sarf etmediler. Bu kutsal emanetlerden harem ağalarının aşırdıklarından (iltimas) başka kimse yararlanmamıştır. Oysa evladı resulden ve ulemadan nice fakirler açlıktan ölmekte idi. Nihayet, Vahhabiler 1811 tarihinde Medine’yi istila etti ve kutsal emanetleri alıp götürdü. Vehhabilerin sandıklarla götürdükleri kıymetli mücevherlerin mühim bir kısmı H. 1234 tarihinde (Miladi: 1819) Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın gayretleriyle Vehhabilerden geri alınarak İstanbul’a gönderildi. İstanbul’da ise Sürre Eminine teslim edilerek tekrar Medine-i Münevvereye götürülüp Hücre-i Muattaraya konuldu”.
Bu tarihi belge gösteriyor ki vakıf mallarını çalanlar yağmacı hırsız Vehhabilerdir. Fahrettin Paşa değil. Eğer Fahrettin Paşa bu emanetleri İstanbul’a göndermeseydi yeniden Ravza-i Mutahhara yağmalanacak, belki “üç tahta kaşık” fiyatına İngiliz askerlerine bu mücevherler satılacak ve İngiltere’ye kaçırılacaktı. Londra’da düzenlenen müzayedelerde satılacaktı.
Vehhabilerin Cennetü’l Bakiyi tahrip etmeleri, Hücre-i Muattardaki hazineleri yağmalamaları, Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın isyanı bastırması:
Peygamber Efendimizden bir hatıra taşıyan Medine’deki sahabe kabir ve türbeleri 1811 tarihinde Suudi Vehhabiler tarafından imha edilmişti. Bu isyan, bir anlamda Müslümanları köklerinden koparma projesi idi. Osmanlı Hanedanı tarafından oraya gönderilen kıymetli hediyeler de 1811 tarihinde Vehhabilerin saldırısında nasibini almıştı. İsyanı bastırmak için İstanbul tarafından Kavalalı Mehmet Ali Paşa görevlendirilmişti. Mehmet Ali Paşa, 3 Nisan 1811 tarihinde (H. 6 R.Evvel 1226) hazırladığı orduyu oğlu Tosun Paşa kumandasında karadan Medine-i Münevvere’ye sevk etti. Ayrıca bir orduyu da Süveyş yoluyla denizden gönderip “ Yenba’ ” Kalesini zabt etti. Mehmet Ali Paşa’nın en cesur ve en meşhur askeri “Salih Koç” Tosun Paşa’ya çocuk nazarıyla bakıp itaat etmeyince askerler isyancılar karşısında yenildi. Mehmet Ali Paşa bu sefer diğer oğlu İbrahim Paşa komutasında yeniden takviye asker gönderip Vehhabileri mağlup etti. İbrahim Paşa Medine’ye vardığında Hücre-i Nebeviyyedeki hazine talan edilmiş ve bütün sahabenin türbeleri yerle bir edilmişti. (Belki o türbelerde de hazine bulacaklarını zannederek bu alçaklığı işlediler). İbrahim Paşa Aralık 1812 tarihinde (H. Zilhicce 1227) Medine-i Münevvereyi asilerden kurtardı. Daha sonra Tosun Paşa ileri bir hamle ile Cidde ve Mekke-i Mükerreme ve “Taif”i de Vehhabilerden temizledi.
"Vehhabi isyanını bastıran Kavalalı Mehmet Ali Paşanin oglu "İbrahim Paşa Mora İsyanını da bastıran Paşadır".
İbrahim Paşa’nın yağmacılardan kutsal emanetleri toplaması:
İbrahim Paşa, 6 sene süren bir uğraş neticesinde 1818 senesinde emanetlerin bir kısmını yağmacıların elinden geri alıp İstanbul’a gönderdi. Bilahare, sözkonusu kıymetli enfes evkaf emanetleri Sürre alayları ile birlikte tekrar Medine-i Münevvere’deki Hücre-i Nebeviyye konulmak üzere gönderildi.
1917 tarihinde Kutsal Emanetlerin kurşunlanmış sandıklar içinde İstanbul’a gönderilmeleri:
99 sene sonra söz konusu baha biçilmez kıymetli kutsal emanetlerin güvenliği tekrar tehlikeye girince, yani Hicaz’ın elden çıkma emareleri ortaya çıkınca mücevherlerin İstanbul’a gönderilmesi yazışmaları başladı. İstanbul Hükümeti, nakil sırasındaki sorumluluğu üstlenmek istemedi. Zira bölge valisi Cemal Paşa Şam’da idi. Cemal Paşa sefih bir adamdı. Ayrıca, nakliyat sırasında bir parça mücevher çalınsa hırsızlıkla itham edilme tehlikesi vardı. Kutsal emanetler arasında 5 milyon altın değerinde olan kıymetli taşlar vardı. Bu yüzden 1917 tarihinde bütün yetki Fahrettin Paşa’ya verildi. Fahrettin Paşa emanetleri lehimlenmiş 30 adet sandık içine koyarak salimen İstanbul’a ulaştırdı ve Topkapı Sarayındaki özel depoda muhafaza altına alındı.
Hücre-i Saadetteki kutsal emanetler kimler tarafından vakfedilmişti?
Hücre-i Saadetteki hazinenin tamamına yakını Osmanlı hanedan mensupları tarafından Peygamber Efendimize hürmeten Medine’deki Ravza-i Mutahharanın Hücre-i Saadetinde muhafaza edilmek üzere gönderilmişti. İslam dünyasında zaman zaman büyük felaketler yaşanmasına rağmen vakıf malı olduğu için kimse tarafından bu emanetlere el sürmedi.
Bu emanetler Fahrettin Paşa tarafından neden İstanbul’a getirildi?
Çünkü Hicazın elden çıkmasıyla muhtemelen tekrar Hücre-i Muattara’daki kutsal evkaf hazinesi Vehhabiler tarafından yağmalanacak ve mücevherler yok pahasına İngiliz askerlerine peşkeş çekilecekti. Kaldı ki emanetler İstanbul’a nakledilirken Hicaz Osmanlı toprakları içinde idi. Hazineler ülkenin bir tarafından diğer tarafına gönderilmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Medine’de güvenlikleri tehlikeye girince tekrar İstanbul’a iade edildi ve Topkapı Müzesinde muhafaza altına alındı. Fahrettin Paşa’nın gönlü orada kalmıştı çünkü Efendimizin kabri orada idi.
BAE Bakanının kutsal emanetleri istirdat talebi haklı gerekçelere dayanmıyor:
Kutsal Emanetlerin nakil ve muhafaza hikayesinin aslı bundan ibarettir. Bu olaylar çerçevesinde Arapların kutsal emanetlerin kendilerine ait olduğunu iddia etmeleri haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır. Tabiatıyla kıymetli taşınır emanetler orada güvenliksiz bir şekilde bırakılamazdı. Bırakılmadı. Fahrettin Paşa, yol boyunca 2000 asker ile güvenlik tedbirlerini alarak büyük bir fedakarlıkla kutsal emanetleri kurtardı. Allah ondan ebediyen razı olsun.
Vahhabiler tarihi eserlere değer vermeyen bir inanç sistemine sahiptir:
Öte yandan, Vehhabi inancı tarihi eserlere karşı olan alerjisi bir akidedir. Anlam ifade eden eserlerden hoşlanmayan ve kıymetli mücevherlerin değerini de bilmeyen bir taifedir. (Bunu hac sırasında Peygamber Efendimizin evi önünde oturan bir Suudi hoca (!) ile tartışırken öğrendim. Adamlar mücessem olan her şeyi manevi terakki basamaklarının önünde bir engel olarak görüyorlar). 1811 tarihinde 1200 yıllık türbe ve kabirleri bu yüzden yok etmişler. Araplar Hücre-i Muattaradaki kutsal emanetlerin başına gelen bu yağmalama olaylarını biliyorlar ancak bir asır sonra hangi İngiliz müzayede firması bu düşünceyi Şeyh Zayed’in kulağına fısıldadıysa Osmanlıdan kalma kıymetli hazineleri istemek aklına gelmiş.
Böylesi bir talep karşısında Araplara şu soruları sormak lazım:
- Üzerinde sevmediğiniz Osmanlı Padişahlarının isimleri, tuğraları ve hatıraları olan bu kıymetli taşlar sizce ne anlam ifade ediyor? Sevmediğiniz bir devletin mührünü taşıyan emanetleri ne yapacaksınız?
- Siz Osmanlıdan kalan tarihi Ecyad Kalesini muhafaza ettiniz mi ki bu kıymetli taşınır değerler size emanet edilsin?
- BM’nin Kültür Kurumu UNESCO olmasaydı Osmanlı eseri olduğu için Kabeyi çevreleyen Mecidiye revaklarını da ortadan kaldırmak isteyenler siz değil miydiniz? Siz tarihi muhallefattan (yadigarlardan) ne anlarsınız?
- Nedir bu Osmanlı düşmanlığı?
Osmanlı asırlardır Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Kudüs-i Şerifi’in güvenliğini huzur içinde sağlayan ve hacılara asırlarca sene hizmet eden bir devlet değil miydi? Sizin nazarınızda bu hizmetlerin hiç bir anlamı yok mu?
- Sormazlar mı insana Osmanlının Medine’de yapmış olduğu 25 medrese nerede?
- Suhne Sokağındaki Özbekiyye Medresesi nerede?
- Macaristanlı Emin Efendinin vakfettiği kitaplar nerede?
- Arnavut Mustafa Efendinin bina ettiği kütüphane binası ve içindeki kitaplara ne oldu?
- Arif Hikmet Bey Kütüphanesi (ki son müdürü Merhum Ali Ulvi Kurucu Bey idi) içerisinde, çoğu elyazması 5404 kitap vardı bu kitapları koruyabildiniz mi?
- Birinci Sultan Mahmud’un Kütüphanesinde 4569 kitap vardı. Kaç tanesi sizde duruyor?
- Beşir Ağa Kütüphanesinde 2063 kitap vardı bunları da mı Fahrettin Paşa İstanbul’a getirdi? - Fahrettin Paşa’nın İstanbul’a naklettiği kitap sayısı yaklaşık 560 olup,büyün emanetler 30 sandık ile nakledilmiştir.
Kayıtları ve tutulan listeleri ve teslim-tesellüm tutanakları bellidir. Medine’de bulunan 22 Osmanlı Kütüphanelerinde ise yaklaşık 25.000 el yazması kitap vardı. Bu kadar halihazırda nerede?
- Size emanet edilen bu değerli kitapları muhafaza ettiniz mi ki İstanbul’dan gönderilmiş olan iştah kabartan mücevherlerin peşine düşüyorsunuz?
- O mücevherler size emanet edilmiş olsaydı belki de sizi ziyaret eden yabancı first ladylere veya kral ve kraliçelere hediye ederdiniz. Çünkü bu emanetlerin sizin kültürünüze ait bir anlamı yok. Olsa bile siz taşınmaz tarihi eserleri dahi yok eden bir anlayışa sahipsiniz, taşınır eserleri hangi itikadî hassasiyetle muhafaza edeceksiniz?
- Medine’deki sahabenin kabirlerini yok eden zihniyet bu kıymetli mücevherleri koruyamaz. Hicaz tarihinde yaşanmış benzer olaylar bu düşünceleri doğrular niteliktedir.
Kutsal Emanetlerin Medine ve İstanbul’da kıymetlendirilmesi :
Tarih bu kıymetli eserlerin korunması görevini Osmanlı Komutanı Fahrettin Paşa’nın omuzlarına yükledi. O da kütüphanelerden ancak 560 kitap getirebildi. Kalan kitapların Medine’ye iade edildiğine dair bilgiler var ancak kitaplar yerlerine ulaşmadı. Avrupa müzayede salonlarında sata sata tükenmeyen elyazması kitapların Avrupa’ya götürüldüğünü göstermektedir. Her ne kadar sandıkların Cemal Paşa tarafından Şam’da açıldığına dair bazı söylentiler kitaplarda yazmakta ise de, kağıt üzerinde yaptığımız araştırmalarda söz konusu emanetlerin tamamının salimen İstanbul’a ulaştığı ve bir sorumlu heyet tarafından teslim alındığı imzalı tutanaklarla sabittir.
Şu hususu da özellikle belirtmek gerekir ki bu emanetler seçkin bir heyet huzurunda son derede titiz bir kayıt sistemi ile önce Medine’de defterlere kaydedildi, fotoğraf albümü çıkarıldı ve her emanetin kıymeti hem Medine’den yola çıkmadan önce, hem İstanbul’daki teslim-tesellümü müteakip kuyumcubaşı ve uzman sanatkarlardan oluşan bir komisyon marifetiyle tek tek verildi. Mesela, Sultan Birinci Ahmed’in gönderdiği Kevkeb-i Dürrî denilen 4 büyük elmas taşa İstanbul’da 350.000 altın kıymet biçilmişken Medine’de 1.201.000 altın değer biçilmiştir. Meydana gelen 4 kat farkın Medine’deki kıymet biçen komisyonun mücevher uzmanı olmamalarına bağlanmaktadır. (Bilindiği üzere, Mücevher mesleğinin erbabı İstanbul’daki Rum ve Ermenilerdir. Bunlar gayrimüslim oldukları için muhtemelen Harameyn’e (Mekke ve Medine’ye) girememişlerdir).
Fahrettin Paşa’nın Medine’den İstanbul’a getirdiği Kutsal Emanetler neden sergilenmiyor?
Kıymetli kutsal mücevherler ve altın şamdanlar, zümrüt askılar, Topkapı Müzesinin depolarında yıllardır muhafaza edilmektedir. -Hz. Osman’ın yazdığı Kur’anı Kerim hariç- her nedense diğer teşhir edilmemektedir. Oysa kamuoyu Kaşıkçı elmasını seyr ede ede bıktı, bu hazineyi de görmek istiyor. Topkapı Müzesini ne zaman ziyaret edip Fahrettin Paşa’nın getirdiği eserler nerede diye sorsanız “atölyede tamir edildiği” cevabı alırsınız veya Yavuz Sultan Selim'in getirdiği diğer emanetlerle karıştırırlar. Ayasofya mozayikleri eski kilise hüviyetine döndürüldü ancak 1700 eserin üzerindeki tozlar 99 yıldır alınamadı. Bari Fahrettin Paşa’nın hazırlattığı albümü Yavuz Sultan Selim’in getirdiği kutsal emanetlerle karıştırmadan yayınlansa.
Yavuz Sultan Selimin getirdiği mukaddes emanetlerle Fahrettin Paşa’nın getirdiği emanetleri karıştırmamak lazım.
Maalesef müze rehberlerimiz veya yetkililerimiz kutsal emanetler hakkında bilgi verirken, Fahrettin Paşa’nın Medine’den getirdiği kıymetli mücevlerler, kitaplar ve diğer nadide eserlerle Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a getirdiği Kutsal Emanetleri karıştırırlar. Bu hususta şu hususa dikkat etmek lazım ki Yavuz Sultan Selim’in getirdiği Kutsal Emanetler; Peygamber Efendimizin hırkası, ayak izi, sakal-ı şerifi vs diğer peygamberler, halifeler, sahabe-i kiram ve Halid bin Velid gibi tarihe nam salmış ordu kumandanlarının kullandığı eşyalardır. Fahrettin Paşa’nın gönderdiği eserlere ise “Hücre-i Muattaraya Vakfedilmiş Mukaddes Emanetler ” demek daha uygun olacaktır. Yavuz Sultan Selim halifeliği devalınca kutsal emanetleri de beraberinde hilafet tacı ile getirmişti. Fahrettin Paşa’nın getirdiklerinin tamamına yakını ise İstanbul’dan Medinedeki Kabr-i Saadete konulmak üzere gönderilen emanetlerdir.
Hücre-i Muattara neresidir?
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, Ebubekir ve Ömer Radiyellahuanhuma kabirlerinin bulunduğu mübarek yerin iç tarafıdır. Üçgen şeklindedir. “Merkad-i Şerif”, Hücre-i Saadet”, “Kabr-i Saadet”, “Sarih-i Saadet”, “Mahsure-i Nebeviye” de denir. Hücre-i Muattara ile Ravza-i Mutahhara’yı birbirine karıştırmamak lazım. “Hücre-i Muattara” çelikten bir şebeke ile çevrilidir. Asıl Merkad-ı Mübarek dört cihetten yüksek ikişer duvarla çevrili ve üzeri kubbelidir.“Hücre-i Muattara”nın güneyden kuzeye uzunluğu 16, Doğudan Batıya eni 15 metredir. Dört köşesinde gayet süslü sütunlar olup kubbe bu sütunlara dayanır.
Hücre-i Muattara nasıl yıkanırdı?
Senenin her 4 ayında bir kere (Rebiulevvelin Dördüncü, Recebin Birinci, Zilkadenin 18’inci günü) Merkad-i Mübareke yıkanır. Bu şerefli hizmete memur olanlar kemali edep, saygı ve huşu ile “Essalatu vesselamu aleyke ya Resulullah” diyerek bir ağızdan Gülbank-ı Muhammedi çekerek Hücre-i Muattara’ya girerler. Ve pek yüksek sesle“La ilahe İllellahMuhammedunResulullah”kelime-i şehadetini tekrar eder, yeri göğü vecde getirirlerdi.
Nakledilen emanetlerin listesi:
1. Kevkeb-i Dürrî: (İncilerin Yıldızı), Dört büyük elmastır. Sultan Birinci Ahmet tarafından gönderilmiştir.
Birincisi: Yukarısında “Şefaat ya Resulullah, Şeffat Sultan Ahmet bin Muhammed Han”yazılı ve mihraplı küçük bir altın levhanın ortasına konmuştur.
İkincisi: Üzerinde “Destur Ya Resulullah”, “Ve şşefaatu’luzmâ senden Ya Resulullah” altında “Sultan Ahmet bin Muhammed” yazılı dairevi altın levha ortasına konmuştur.
Üçüncüsü: Madalyon şeklinde gümüş levha üzerindemerbut ikinci bir levha üzerine badem şeklindedir. Etrafında nohuttan küçük 14 yakut ve yakutların etrafında nohut kadar 14 elmas ve bunların etrafında fındık büyüklüğünde 15 elmas vardır.
Dördüncüsü: Mihrap şeklinde, somaki taş üzerine rabt edilmiş, altın levhaya yerleştirilmiştir. Dikdörtgen şeklindedir. Etrafında 14 kare murabba şeklinde yakut vardır. Altın levhanın üzerinde “Evda’tu fî mekami’l şerifi şehadeten en La ilahe illellah ve enne Muhammeden Abduhu ve Resuluhu, Şefaat Ya Resulellah”, “Bende-Silahtar Mustafa Paşa- 1036” yazılıdır. Üçü Sultan Ahmed’in biri Silahtar Mustafa Paşa’nın olan bu 4 levhanın heyeti tamamına “Kevkeb-i Dürrî” denilmiştir. Geceleri parıl parıl parladığından dolayı “Şeb-i Çerağ” namıyla da yadolunur. Medine’de takdir edilen kıymeti 1.201.000 Altın İstanbul’daki kuyumcu ve sanat erbabı tarafından taktir edilen değeri ise 350.000 Altındır.
Kaynak: www.dunyabulteni.net