Yunus’u kızdıran şey neydi ? - Murat Sayımlar
Birbirleri ile kavga ederek, “cihad eden” Müslüman grupların, kapılarına silahlı adam koyarak, diğerlerini sokmadıkları camilerde; tarihte yaşanmış bir İslam’a ait hikayelerin, menkibelerin, rivayetlerin okunması ve anlatılmasının ötesine geçilebildiği pek söylenemezdi.

Sohbet bitmiş sıra soru faslına gelmişti. İzin isteyen hanım kıza söz verdi.
“Hocam; Hz.Yunus’u kızdırıp, kavmini terk etmesine neden olan şey neydi?”
Hoca; “Ben size Yunus İbrahimi’yi kızdırdırıp, ülkesinden ayrılmasına sebep olan hususu anlatayım.”
Yunus İbrahimi, Balkanlar’ın en zor coğrafyalarından birisinde, namahrem eli değmemiş toprakları olan bir vadideki köylerden birisinde yaşıyordu.
Ailesi çiftçilik yapıyordu ve büyük arazilere sahiptirler.
Yunus, üniversitede, ziraat fakültesinde okudu.
Bulundukları bölge, Osmanlı zamanında fetihlerin muallak taşı mahiyetinde bir yerdi.
Genç nüfusu fazla, insanlar zeki idi. Ancak büyük göç verme belasından muzdariptiler. Bu hızla gitse yirmi otuz senede bölge Müslümansız kalmak tehlikesi ile karşı karşıyaydı.
Yunus, üniversite sıralarında sohbetlere katılırdı.
Kendisi, bilmem kaçıncı kuşak dedesinden miras, derviş meşrep bir insandı.
Giyemeyeceğinden fazlasını almaz, yiyemeyeceğinden fazlasını biriktirmez, harcayacağı yeri belli olmayan parası olmazdı. Yani hafif yaşardı.
Bu huyu dolayısıyla, kullanamayacağı bilgiye de talip olmazdı. Bir başka anlatımla, bilgiyi mutlaka hayatını inşa etmek için elde etmeye çalışırdı.
Katıldığı sohbette bir keresinde; “helal ve temiz olanlardan yeyin” hükmü okundu. Yunus; “helal açıkta, temiz olan nedir?” Diye sormuştu.
Fıtratına aykırı bir unsur ve usul olmadan yetiştirilmiş, insan fıtratına uygun biçimde hazırlanıp, pişirilmiş ürünlerdir” diye cevap almıştı.
Bu bilgi Yunus’un iş tercihini belirlemişti.
Köyleri, toprakları organik sertifikalı bir bölgede olduğu için zorluk çekmedi. Okul bitiminde, organik ürünler yetiştirdiği ve bunları insan fıtratına uygun biçimde işlediği bir çiftlik kurdu.
Yunus’un hayatındaki kırılım noktaları, sizin sorduğunuz gibi soruları, ya bilgi sahiplerine ya da kendine sorduğu ve buna derinlemesine cevap bulabildiği demlere denk gelir.
Bir sohbette;
73.3 - (Gecenin) Yarısı kadar. Ya da ondan biraz eksilt.
73.4 - Veya üzerine ilave et. Ve Kur'an'ı tertil üzere oku.
Ayetleri okundu. Yunus yine sordu; “tertil üzere ne demektir?”
Ağır ağır, sindire sindire, düşüne düşüne, bir düzen içinde, kendini, halleri esas alıp, okudukları üzerinden anlayıp, anlamlandırmak çabası ile okumak.
Bu Yunus için yeni bir kırılım noktası demekti. Zira bundan sonra Kitab’ı böyle okumaya başladı.
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku” ayetini tertil üzere okuyunca başka bir kırılım noktasıyla daha yüzleşti.
Bu süreç, neyi, nasıl, nereden, ne kadar ve hangi usulle okuması, anlaması, anlamlandırması ve yapması gerektiği hususunda bir perspektifi inşa etti, Yunus’ta.
Zaten bilgiyi, hayatı inşa etmek için elde etmeye çalışan bir mizaca sahipti.
Bu nedenle önce Kitaptan mülhem tasavvurlara, sonra bunlara uygun davranışlara sahip olmaya başladı. Bunların samimi ve istikrarlı tekrarları ile haller ortaya çıkmaya başladı.
Bu süreçte Yunus çoğunlukla çiftlikte, kendine dönük bir hayat geçirdi. Ancak küpün dışına sızdırma demi gelince, artık insanlarla paylaşmak zorunlu oldu.
Şehre daha sık inip, arkadaşlarla muhabbeti sıklaştırmaya başladı.
Kazandığı perspektif, yeni, kapsamlı ve derin bir bakış açısı ve yaklaşım oluşturmuştu.
İnsanları, durumları, ilişkileri, faaliyetleri, sebepleri, sonuçları, dini, sistemi velhasıl herşeyi bir başka okuyor, anlıyor ve anlamlandırıyordu.
Herşey artık çok farklıydı.
Müslümanlar bu ülkede azınlık statüsünde idiler. Yönetim farklı din ve etnisiteye sahip olanlardaydı. Ülkedeki Müslümanların nüfusunun neredeyse on katı kadarı yurt dışında yaşıyorlardı.
Siyasal ve ekonomik sebeplerden dolayı gerçekleşen göç, çok büyük bir stratejik tehdit oluşturuyordu. Zira yüzyıllardır bu bölgede yaşayan Müslüman unsurun, gittikçe konumu zayıflıyor ve bölgenin Müslümansız kalmak riski artıyordu.
Müslüman kimlik, gelenekler ve bilinen ibadetlerle çerçevelenmiş bir din anlayışı hakimdi. Yanısıra farklı ekollerin de varlığı söz konusu olmakla birlikte, dinin fonksiyonu bu çerçevede kalmaktaydı.
Ancak ekoller arası ilişkiler yer yer çatışma boyutuna ulaşıyordu. Camiler ayrılıyor, birbirlerinin camilerine gitmek mümkün olmuyordu.
Neredeyse her üç bin insana bir partinin düştüğü bir siyasi örgüt enflasyonu söz konusuydu.
Yoğunluklu genç nüfusun çoğunluğu üniversite mezunuydu hatta mastır ve doktora yapanların sayısı azımsanamayacak düzeydeydi.
Genç nesilde amaçsızlık, başıboşluk, uyuşturucu, tembellik, ahlaksızlık, önlenmesi zor biçimde artmakta idi.
Ahvalin bu kısa özetinden sonra gelelim Yunus’un durumuna.
Yeni perspektifi ile hayatı, halleri ve ilişkileri farklı okumaya başlamıştı.
Mücbir sebeplerin dışında bölgeden göçenlerin cepheyi ve tepeyi terk ettiklerini düşünüyordu. Zira burada durmak ve bu bölgeyi elde tutmak jeostratejik gerekliliğe istinaden bir dava unsuruydu. Bu nedenle kalıp, her türlü zorluğa karşı da mücadele etmek gerekiyordu.
Bir amaç edinemeyip, bunalımlar içinde sürüklenen, erdemli bir hayata hazırlanamayan, kısmen uyuşturucuya bulaşmış gençlerin durumunu, emaneti payimal olarak görüyordu.
Farkında olmamakla, sorumluluk almamakla, korkaklıkla, tembellikle, meselesizlikle ve düşmana teslimiyetle oluşan acizliğin asla meşru bir kaçış argümanı olmayacağını düşünüyordu.
Onlarca parti içerisinde “mücadele veriyoruz” ifadelerinin, şaklabanlaşma olduğu kanaatindeydi.
Zira kendilerine belirlenen alanda ve zeminde, hiçbir soruna çare bulamamış, hiçbir hedef tahakkuk ettirememiş, özgün bir öneri geliştirememiş siyasi platformdaki süreçler, dostlar alışverişte görsün kıvamının ötesinde bir anlam taşımamaktaydı.
Bunu bir mücadele yöntemi olarak görenler, tek başındayken, kendilerine gülerken yakalıyorlardı kendilerini.
Burada harmandalı oynayanların bir hakikat mücahidi olmadıkları ortadaydı. Zira niyet, varsayılan güç ve iktidar zemininde görünüp, bir şeyler kapabilmenin ötesinde bir ağırlığa sahip değildi.
Ancak bu alanda yer tahsis edip, ilkeleri, değerleri, ölçüleri ve sınırları belirleyenler, basit bir zan oluşturabilmek başarıları üzerinden bölgede; insan, imkan, ilişki, dava, zaman, üretim ve işbirliği israfını mükemmel şekilde sağlamaktaydılar.
Üstelik hangi zeminde “siyaset yaptıklarını” önemsemeyenlerin, hangi hayatı inşa etmeye katkıda bulunduklarının da farkında olmadıkları ortadaydı.
Birbirleri ile kavga ederek, “cihad eden” Müslüman grupların, kapılarına silahlı adam koyarak, diğerlerini sokmadıkları camilerde; tarihte yaşanmış bir İslam’a ait hikayelerin, menkibelerin, rivayetlerin okunması ve anlatılmasının ötesine geçilebildiği pek söylenemezdi.
Tarihin bir döneminde yaşamış insanların, bugünkülere şahit kılınmaları biçiminde tahakkuk etmeyen bu vaaz ve irşad çalışmalarında zaman zaman, “geliniz” diyerek başlayan tekliflerin de etkili ve hikmetli olmadıkları ortadaydı.
Buralarda hayatı inşa etmek ve yaşamın niteliğini belirlemek fonksiyonuna sahip olmayan bir din anlatımı söz konusuydu.
Din; kimlik, ritüel ve sembollere indirgenmişti ve hayata dokunmuyordu.
Yunus bunun üzerinde çok düşündü ve temel meselenin bu olduğunu anladı.
İndirgenmiş din, dinin fonksiyonlarının hepsini karşılamıyordu. Fakat yaşadıkları sistem karşısında problem oluşturmuyor, kendilerini hayatın tüm durumlarına mükellef kılmıyor, risk üretmiyor, konforlarını bozmuyor ve mücadele etmelerini gerektirmiyordu.
Fakat kendilerine din olarak seçtikleri indirgenmiş olguyla yapabildikleri ve olabildikleri alanların dışındaki hayatı hangi dinin hükümleri ile yapılandırılıp, yaşıyorlardı? Bunun, akla dahi getirilmesi gereken memnu olan bir soru olması hususunda bir konsensüs vardı.
Bu nedenle, yaşadıkları hayatın, İslam’ın anlamlandırdığı bir hayat olması için belirleyebildikleri özgün hedefleri yoktu.
Bu nedenle, dağlar gibi özgün sorunlar ortada iken onlar görmezden geliyor ve yok gibi davranıyorlardı.
Ne mi yapıyorlar? Hallerindeki çelişkiyi nasıl mı yönetiyorlar dı?
Adına faaliyet dedikleri; zemini, hedefi, oluşturacağı etki, kök kaynağı ve hangi bütüne hizmet ettiği belli olmayan çalışmalara, dava etiketi takıp, bunların önemli olduğunu vurgulayan bir kültür oluşturarak hali yönetmeye çalışıyorlardı.
Bunun başarılı olmadığı söylenemez. Zira Yunus’un zaman zaman; “kardeşler bizatihi müşahit olduğunuz hayatın, sizce gerçek olması gereken sorunları ve tahakkuk ettirmeniz gereken hedefler apaçık ortada dururken, neden bunlarla hiç ilgisi olmayan şeylere kaynak ve imkan harcıyorsunuz? Sorusuna verdikleri cevap ve gösterdikleri tepkiler; imal edilen kültürün maya tuttuğunu ve insanların apaçık gerçekleri görüp, hakikatleri okumak yetilerinin kaybolmaya başladığını görüyordu.
Gençliğinin birlikte geçtiği, birlikte okuduğu, en yakın arkadaşlarından başladı anlatmaya, tartışmaya. Partilere, camilere, cemaatlere, halka yönelik pek çok çalışma yaptı.
Kurumsal düzeyde yapılacak çalışmalar daha güçlü ve sistematik etkiler oluşturabilir düşüncesi ile büyük meblağlarla bölgede yardım faaliyetinde bulunan yabancı bir yardım kuruluşuna müracaat etti.
Bölgedeki genç ve okumuş nüfusun kalitesiz bir zaman tasarrufuna sahip olduğunu ve atalet içerisinde oluklarını anlattı. Eğer imkan sağlanırsa, bunları eğitip, nitelikli üretim süreçlerine sokarak, bölgesel kalkınmaya katkı sağlayabileceklerini ifade etti.
Dinlediler ve reddettiler.
Yunus, bunların meselenin ne kadar farkında olduklarını anladı.
Aynı konuyu, “kendilerinden olan dost bir ülkenin yardım kuruluşuna da götürdü. Bu kere olayın stratejik ve dava boyutunu da ilave ederek anlattı.
Dinlediler ve reddettiler.
Yunus, bunların meselenin ne kadar farkında olmadıklarını anladı.
Uzunca bir süre ciddi anlamda mesai sarf etti, anlattı, proje yaptı, teklif etti fakat hiç netice alamadı.
Yer demir, gök bakırdı.
Umutlarını kaybetmeye başladı. Bu topraklara, insanlara, kültüre, dine namahrem eli değmiş ve cidden kirletmişti.
Olsun, Allah’ın arz-ı geniş değil miydi? Buradakilerden başka Müslüman yok muydu?
Yunus, namahrem eli değmemiş, kirlenmemiş coğrafyalar ve insanlar bulabileceği umut ve zannıyla; bu iş sizlerle olmaz diye kızarak o şehri terk etti.
Hoca, bundan sonra Yunus’un İslam coğrafyasındaki serüvenini anlatmaya başladı.
/
Hikayenin bundan sonrasında, Yunus Bin Matte ile Yunus İbrahimi’nin başına gelenler, tezahür ve biçim açısından farklı, etkileri ve sonuçları açısından benzer şeylerdi.
Bir tanesi, kavmine kızıp, terk etmesiyle başlayan eğitimini; gemiden atılmak, balık karnı ve sahilde bir ceset gibi kalmak musibetleriyle sürdürüp, tamamladı ve kavmine tekrar döndü.
Allahu alem, kavmi Yunus’un terk ettiğinden farklı değildi. Ancak Yunus’un farklılaştığı muhakkak gibi görünüyor. Zira aldığı bu eğitimle, bu kavme nasıl tebliğ ve davet yapılacağı ile ilgili, bilgi ve hikmet sahibi olmuş olmalı ki, adam olmalarından umut kestiği kavim, adam olmak kıvamına gelmişti.
Yunus İbrahimi’nin eğitimi biraz daha farklı oldu.
On bir ülke dolaştı. Namahrem eli değmemiş, kirlenmemiş bir zemin, atmosfer, imkan aradı.
Her bir yüzleşmesi, Hz.Yunus’un, balık karnında öğrendiği, hissettiği, keşfettiği şeylere benzer etkiler oluşturdu.
Öncelikle, neredeyse hüsnü zanlarının tamamı yok oldu.
Gezdikçe, gördükçe, inceledikçe ve ilişki kurdukça; bütün yaldızlar döküldü, cilalar matlaştı, vitrin camları kırıldı ve arkasındakiler görüldü.
Müslümanların en etkin bilgi kaynaklarının; propaganda, kültürel manipülasyon ve yapılandırılmış bilgiler olduğunu gördü.
Müslümanların, fıtratın hükümleri ile bir hayatı inşa edecek; niyetlerinin, bilgilerinin, yöntemlerinin ve inançlarının olmadığını müşahede etti.
Allah’ın indirdiği dinin, asli fıtratı dışında bin bir tarifle ve vecheyle, Allah’ın nehyettiklerine, bilerek ve bilmeyerek hizmet ettirildiğini gördü.
İslam’ın ortaya çıkış dönemlerinde, adına cahiliye denilen hayat biçimi ve kültürün, çoğu yerde, İslami tabelası ile hala diri olduğunu tespit etti.
Dinin, kültürün alt unsuru gibi görülüp, sosyolojik bir olgu, kimlik ve gelenekler biçiminde ele alınıp, yaşandığına ve bunu Müslümanların, kanıksayıp, kabul ettiklerine şahit oldu.
Müslümanların ve yaşadıkları coğrafyaların, yenilmişliği kabul edip; biçilen role, gösterilen alanlara razı olduklarını gördü. Üstelik Müslümanlar rollerine uygun biçimde, alanlarına çapa atmış ve müdafa eder duruma gelmişler di.
Müslümanlar öyle bir hale gelmişlerdi ki; bu halleri, tertil üzere okunan Kitab’ın perspektifinden okuyup, dönüştürmek görev ve çabalarından vaz geçmişlerdi. Mevcut hallerini konsolide etmek ve burada, paçal dinlerden hayatlar kurmakla meşguldüler.
Üstelik düşmanları, fitne çıkartıp, fıtrata ve bütüncül hukuka düşman olanlar değil, bunları hatırlatıp, hakikate çağıranlar ve yaşadıkları alanlar da, kendilerine rakip gördükleri “müslüman gruplar” olmuştu.
Önündeki engelleri ortadan kaldırıp, hakikate götüren yollara ulaşmak mücadelesi vermek yerine, saklandıkları kovukların meşruiyetini ispata çalışıp, “imal edilen hakikatlerin” ikamesi için çalışmaktaydılar.
Ahlaksızlığın envai çeşiti, su içer gibi bir kolaylıkla yapılmaktaydı. Üstelik bunu durduracak, nehy-i anil münker faaliyetleri de yoktu.
Ayaklar baş, başlar ayak olmuş; liyakat ve sadakat sürekli “inovasyona” tabi tutulmaktaydı!
Allah’a ve ahirete kavuşmayı, sahici ve samimi olarak umanların sayısı son derece azdı. Üstelik bu husustaki hatırlatmalardan rahatsız olunmaktaydı.
Allah’ın Kitab’ından elde edilen perspektif çerçevesinde okunan hayat, durumlar, sorunlar, ilişkiler ile “müslümanların” okudukları hayat, durumlar, sorunlar, ilişkiler, birbirine benzemiyordu. Bu nedenle “müslümanların” faaliyetleri çoğunlukla kendi sorunlarını çözmeye, ihtiyaçlarını gidermeye, özgün bir hayatı inşa etmeye yaramıyordu. Zira bu “müslümanlar”, hazır olan imama uymuşlardı.
Bu tespitlerini paylaştığı “müslümanların” çoğundan; istihzadan, inançsızlığın izharına; aşağılanmadan, fiili müdahalelere kadar olumsuz tepkiler aldı. Cahillikle, hayalperestlikle, art niyetli ya da farklı ajanda sahibi olmakla suçlandı.
Elbette bu tespit ettiklerinin çerçevesinde olmayan, doğru yolda olmak için sabredip, mücadele eden, memnu sudan içmemeye çalışanlara da rastladı.
Bunlar içerisinde derin ve temiz akıl sahipleri, öncüler, İslamın fıtri içerikleriyle hayat inşa etmeye iman ve azmi cezmi kast etmiş olanlar da vardı. Ancak neredeyse tamamına yakını, kendisinin ülkesini terk ettiği zaman ki haleti ruhiyeye sahiptiler.
Devlet kademelerinde görev almış, zeki ve kapasiteleri yüksek “müslümanlara da” rastladı. Onlar da, kurulu bir sistem içerisinde yürütme ve yönetme görevi gerçekleştirdikleri için; sistemlerin kök verilerinin meşruiyetini sorgulamaksızın, süreç başarısına odaklanmışlardı. Bu nedenle, zeminin, atmosferin, hedef ve süreçlerin meşruiyetinin ispatı ve içselleştirilmesi, misyonlarının önemli bir parçası olmuştu.
Üstelik bireysel kapasiteleri ve kullanabildikleri imkanlar elverişli olmasına rağmen, bunlar özgün paradigma, perspektif, doktrin, sistem, süreç vb. olguların, çekirdek düzeyden başlayarak, bütün fazlarıyla birlikte inşa edilmesi için gerekli niyetlere, hedeflere ve çekirdek yeteneklere sahip değillerdi.
Yunus İbrahimi’nin gözlem ve tespitleri elbette bu kadar değildi fakat yüzleşmelerini, travmalarını ve maruz kaldığı imtihanları anlamak için bu örnekler yeterli olacaktır.
Bulunduğu son ülkeden, memleketine dönmek üzere bir gece uçağına bilet aldı.
Yedi senelik bir eğitim süreci, asgariden durumun tespitini ve bu durumda alınacak pozisyon ve takınılacak tavır için, siluet halinde olsa bile, bir fikre ve tasavvura sahip olmasını sağlamıştı.
Uzun uçak yolculuğun da gözünü kırpmadı, düşündü.
12.103 - Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir.
12.104 - Oysa ki sen buna karşı onlardan bir ücret de istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir 'öğüt ve hatırlatmadır.'
12.106 - Onların çoğu Allah’a ancak şirk koşarak inanırlar.
7.179 - Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.
Bu ayetler üzerinde düşündü ve bunlardan olmaktan Allah’a sığınılması gerektiğini anladı.
Bu davanın öncülerinin ve samimilerinin, çoğunluklar değil, azınlıklar olduğunu; bu samimi ve sadık azınlıkların, Allah tarafından, birlerinin bin yapıldığını fark etti.
Kalplerin sahibi olan Allah’ın hidayet etmediklerine, kimsenin hidayet edemeyeceğini öğrendi. Bunun ötesi cahilane bir hadsizlikti.
Tebliğ, davet, eğitim ya da yapılacak tüm çalışmalar da, insanların, kul pozisyonunda kalıp, haddi tecavüz ederek rableşmeye tevessül etmemeleri gerektiği hususunda yakin hasıl oldu.
İnsanları kendine, zannına, amaçlarına davet etmenin yanlış; rabbaniyyun olmaya davet etmenin doğru olduğunu gördü. Bunun gereği olarak, hayatın kök ilişkisinin; Rab-kul ilişkisi olduğunu ve bütün iş, ilişki ve süreçlerin eksenini bu ilişkinin oluşturduğunu açıkça müşahede etti.
Hayata, davaya, davete, tüm amellere ve süreçlere; ancak Allah’ın yarattığı fıtrat çerçevesinde yaklaşmanın mecburiyetine iman etti.
Allah’a verilen söze ve sözüne sadık kalanlara sadakatin ve samimiyetin esas olduğu ve bu çerçevede, Allah tarafından bir istihdam gelirse, arkasından bütün yardım ve korumanın geleceğini de anladı.
Rabbin müessir olmadığı bir oluş ve süreç olmayacağı için; Allah’ın hesaba katılıp, dikkate alınmayacağı bir karar ve planlama olamayacağını da öğrendi.
Yeryüzündeki samimi, sadık ve salih kulların bir ağ sistemi/ ümmet organizasyonu ile iletişim, ilişki, iyilik, yardımlaşma ve işbirliği içerisinde olmalarının, olmazsa olmaz bir mecburiyet olduğunu tespit etti.
Bu davanın “güç ve imkan sahipleri” tarafından değil;
Ancak, samimi tevbelerle kırklanmış samimiler, sadıklarca ve Rabbe tam teslim olmuş kullarca inşa edilebileceğine de yakinen iman etmiş oldu.
Daha sonra Yunus İbrahimi ne yaptı? Şu anda ne yapıyor? Soruları, bu yazıya sebep olan asıl sorunun kapsamı içerisinde olmadığı için, bu hususta bir şey söylemeyeceğim dedi, hoca.
Ancak son sözüm şu olsun size; Yunuslar birer parmaktırlar. Bu nedenle siz onların işaret ettiği yere bakmaya çalışın. O durum da, size şahit olabilirler ve siz de hakkın şahitleri olabilmek fırsatı elde edebilirsiniz.