banner39

16.10.2015, 14:20

Maymunlar ve domuzlar' zamanı

De ki: “Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lanetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” (Maide Suresi, 60)

 

İçinde bulunduğumuz dünyada eksik olan şey, şeylerin doğası hakkındakı engin bilgidir.
Frithjof Schuon

 

Maalesef her şey bir sahtekarlıktan ibaret. Sanırım gelecek bizimle alay ediyor.
Lord Byron

Belirli bir kültürün katılaştığının en temel belirtilerinden biri, koruyucu ve destekçilerinin bilinçliligi ile kuşanmış bu kültürün içeriğinin anlamı hakkındaki bilginin zarar görmesidir. Tüm gerileme dönemi boyunca geçerli bir bakış açsısı olarak bunu kanıtlar; kültür, işaretler, semboller ve fikirler, maddi geçişteki basit dinginlik sayesinde var olmaya devam eder. Fakat bu dönemin çağdaşlarının bilinci, geçişin içeriğinin temel anlamını bilme ihtimalinden oldukça uzak. Dolayısıyla, örneğin, antik kültürün son dönemine ait anıtlardaki sembol ve işaretlerin taş oymacıları tarafından yapılan hataların çokluğu, işverenler gibi, ruhban sınıfının da neyi iletmek için uğraştıklarını bilmediklerini kanıtlıyor.

Anlamdaki bu zarar görme olgusu bilinçsiz bir karşı önleme neden oluyor: çöküş dönemi, kültürün içeriğinin anlamına nüfuz etmeye yönelik olağan dışı bir entelektüel çaba ile karakterize ediliyor. Hepsi boşuna! Boşuna, çünkü anlam hakkındaki tüm bu sert tartışmalar, sadece, gerçek anlamdan ayrılma sürecini hızlandırmaya yarıyor. Ve bu yüzden, böyle durumlarda, ruhun spekülatif kapasitesi, özgün anlamlar hakkındaki bilgi yerine, varlığın kendisinin ihmalini telafi etmeye çalışıyor; ruhun gelişigüzellik konusundaki özgürlüğü, genellikle gerçekliğin antitezi olan fantastik ve garip figürlerin sınırsızlığına öncülük ediyor.

Böyle hermeneutik hırslar, gerileme sürecinin yayılması ve hızlanmasına katkı sağlıyor. Çünkü, yaratma için gerekli olan da dahil, tüm enerjiyi bitiriyor. Mevcut durumunu hızlandırmak yerine, kendini gelecek için hazırlamak yerine, gerileme kültürü, geçmişin içeriğinin anlamına dair tartışmalar aracılığıyla tümüyle geriye götürülüyor. Böylelikle, Roma İmparatorluğu’nun son döneminin kültürüne genellikle gramerciler, hitabet sanatı, katipler ve sınıflandırıcılar damga vurmuş durumda. Karşılaştırma yaparsak, modern kültür de genellikle analitik ve iç gözlemsel disiplinlerin: semiyoloji, psikanaliz, yapısalcılık, hermenötik ve yeni retorik, semantik, dilbilimsel vb. gibi dalların egemenliği altında. Kültürlerin temel cazibesinin analitik ve iç gözlemci disiplinlere kayması, sonuçların gerileyen kültürün son enerjilerinin bilinçsiz amaçlarına tamamen zıt olmasına rağmen tam olarak, anlamın yok olması olgusu tarafından kapsanmış bir risk şeklinde karşılık veriyor. Bu Ernst Jünger’in “anlam dünyasının zayıflaması” sözleriyle tanımladığı olguyla yakından ilgili. Böyle zayıflayan bir anlam dünyası içinde, var olabilmek için en temel koşul absürtlüktür. Camus’ya göre, absürd kişinin dünyasında kişi, “kendini tanımayan bir yabancı”dır. Democritus’un söylediklerini özetlersek, kişi, gereksinim ve absürtlük arasındaki “oyunun” bir sonucudur. Gereksinimin yasaları bilinmiyor, ya da modern insanın bilincinde tüm anlamını kaybetmiş. Bu anlamlar, antik dönem filozoflarının, hayatını doğa ile uyum içerisinde geçirmek isteyen bilge bir kişi olabilmek için gerekli gördüğü şeylerdir. Bu nedenle absürtlük sürdürülür ya da: kişi kendi geleceği hakkında emin olamaz, çünkü Orwell’in “Hayvan Çiftliği”ne benzeyebilir. Böylece, absürt, enerjiyi yok ederek, önemli risklerin farkına varılmasını engeller. Kaderin cilvesi bu ya, absürt, karşılaşılabilecek tehlike evreninin farkına varılması konusunda bilincin rehberlik ettiği tehlikenin ilk işaretidir.

Şimdi bir dakikalığına bir ara verelim ve samimi bir kalpten gelen bazı kelimeler üzerinde yoğunlaşalım: “Allah vardır”, “O her şeyi görür ve yargılar”, “her şeyi Allah’ta bulabilirsin”, “Allah seni cezalandırabilir” , “Allah büyüktür”, “Allah’a inanıyorum”. Bunlar, duyulmadığında bile konuşulan kelimelerdir. Ve bu kelimelerin anlamlarını daha yeni anlıyorum; sayısız mültecinin yaşadığı zulmün resimlerinden, gözlerinden, bakışlarından… Bu tabii ki aynı zamanda aklın ve ruhun yaşadığı bir krizin, insanın “ölümünün”, “robotların” zamanının, korku ve ceza zamanının, Allah’ın ismiyle yapılan manipülasyonların, her çeşit sahtekarlık ve aldatmanın, günahların bağışlanmasının devam etmesinin sonucu. Bu nedenle, son zamanlarda aklımı ve ruhumu kuşatan tüm bu korkular, bana “maymunlar ve domuzlar” zamanını hatırlatıyor.

Bu satırları yazarken, mülteciler ile ilgili konular; hepimizin gördüğü gibi, bu kişilerin çektikleri acıların ve dehşet dolu ıstırapların görüntüleri, bitmek bilmeyen eziyetleri tarafından zorlandığımı yeniden belirtmek isterim. Peki, tüm bu korkunç görüntüler içinde, eski Bulgaristan Başbakanı’nın şu cümlesine anlam vermek mümkün mü?: “Eğer Bulgaristan göçmenleri kabul etmek için zorlanırsa, bunun ilk koşulu onları vaftiz etmek olur!!!”. Birçok devlet yetkilisinin, örneğin Başbakanlarının, göçmenler konunda dikkatli olmaları gerektiğini çünkü farklı bir dine ait olduklarını söyleyen Macaristan için de aynı şey söz konusu. Makedonya ve burada ismi geçmeyen daha birçok ülke için de aynı şey geçerli. Bu durumda tabii ki yapılacak bir yorum kalmıyor. Fakat buradaki en önemli mesele “’beyaz adam’a ne oldu?” sorusudur. O korku ve terörün tek sebebidir. Birçok kurbanı vardır ve olmaya devam etmektedir. Böyle bir talep, böyle bir dünya görüşü, böyle bir zihniyet, hayvanlar dünyasında bile yoktur. Tüm bunların ötesinde, bu mülteciler kendi ülkelerindeki savaşın nedeni değildir, tam aksine bir durum söz konusudur ve bu evrensel olarak kabul görülmüş bir gerçektir.

Korku ve terör hakkında konuşursak, kutsal metinleri okurken, geçmişte, Nuh ve Sodom ve Gomora zamanında olduğu gibi, ya da Kuran’da bahsedildiği gibi gerçekten büyük ve sert cezaların yer aldığını, insanların sadece hakikati bulmaya çalıştıkları için ya da hakikati gizlemeye çalıştıkları için cezalandırıldıklarını, görüyoruz. Örneğin Kuran bize “Bak da gör, o uyarılanların sonu nasıl oldu?” (Saffat, 73); “Lut’u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: “Sizden önce alemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?”, “Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.” (A’raf, 80-81). Kimine göre, onlar ne istedilerse Allah’tan aldılar, fakat sonra saygı göstermek yerine tam tersine davrandılar, bu nedenle ceza aldılar: “Şüphesiz siz, içinizden Cumar6tesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.” (Bakara, 65). Şimdi yeniden birçok temel soru ortaya çıkıyor: Allah’ın kurallarına ne kadar uymalıyız? Kutsal metinlerdeki öğretileri nasıl pratik etmeliyiz? Adalet bugün nerede?

Cezayı asla kendi tarihsel bağlamında ele almamalı ve anlamamalıyız, çünkü ceza cezadır ve kişiden kişiye, zamandan zamana farklılık göstermez, ama günah gösterir. Belki böyle yorumlar nedeniyle, daha derin bir felsefe ortaya çıkarıp şunları söyleyebiliriz:

Allah gerçekten cezalandırıyor mu? Eğer cezalandırıyorsa, bizim teslim olma şansımız yok. İkisi de doğru, çünkü Allah hakkında, evrenin yaratıcısı hakkında, bunları yaparken kimseye sormamış çünkü her şeyin anahtarını ellerinde tutan Allah konuşuyoruz. Kendisi için: Ben tekim, 99 tane adım var; ve istediğim kişiyi affederim, istediğim kişiyi affetmem. Ve şu kesindir ki: Allah hakikati korur, o hakikat için cezalandırır ve ödüllendirir, çünkü isimlerinin arasında Adalet ve Hakikat de vardır. Yukarda, “maymunlar ve domuzlar zamanı”ndan bahsederken, mitolojide var olan anlatıları ve onların sunduğu figürlerin de farkındaydım. Ve tüm bunlar benzer bir şeyin geçmişte de yaşandığını ve hala devam ettiğini kanıtlıyor. Tarih öncesinden kalan, gördüğümüz bir çok görüntü: yarı insan yarı at, yarı insan yarı boğa, deniz kızı vs., bugün çocukları maymunlar ve domuzlar tarafından oluşturulan televizyon ekranına bağlayan çizgi filmlerde boy gösteriyor.

İnsanlar, görünüşte sadece isim olarak değişim gösteren çeşitli devrimlerde korkunç şeyleri deneyimlerken, geçmişi yeniden çağırmış olmuyor muyuz? Fransız devrimi özgürlük, eşitlik ve kardeşliği teşvik ediyordu ama diğer taraftan Kilise’nin ve dinin öğretilerine karşıydı, böylelikle dünyada destekleyici, egemen bir siyaset yarattı. Daha sonra okuduk ki, bu devrim aslında hatalarla doluydu ve Kilise ya da dini kurumlar bundan yakınıyordu. Bu konuda, büyük coğrafi uzaklığa rağmen, İslam’ın da yakındığını söylemek isterim. Fakat biz Avrupalıların, İslam’a karşı alerjisi olduğu için, o yakınmaları bir tarafa attık. Peki, sonra ne oldu? Aynı Kuran’ın söylediği gibi, insanları “küçük düşürülmüş maymunlar”a çeviren bir şey oldu. “Charlie Hedbo” ile en son “maymun işi”ne maruz kalmadık mı? “Terör”le savaş adı altında herkes “kazandı”: bazı kişiler iş buldu, bazılarına teşvik verildi, bazıları ünlü oldu, kimi milyon Euro’lar kazanarak zengin oldu vb. Geriye bir tek terör kaldı, çünkü teröre karşı savaşmaya yönelik bir niyet yoktu, niyet insana karşı bir oyun oynamak, onu aldatmak ve bir maymun gibi taş atmak ve ellerini saklamaktı. 20. yüzyılın başlarında “Büyük” sosyalist Ekim devrimini de gördük. Onun da yaptığı ülkeleri, devletleri “özgürleştirmek”, yeni başkanlar, bakanlar getirmekti ama asıl amacı dine karşı bir savaş vermekti. Bunu nasıl başardı? On milyonlarca kişinin ölümüyle: felsefecileri, tarihçileri, bilim insanlarını, rahipleri, imamları, anneleri ve dindar ve zeki çocukları öldürdü. İnsanların bu “Ekim”in içeriğini anlamaları için on yıllar geçmesi gerekti. Ve şeytana hizmet eden bu kişilerin zamanla utandırıldığı kanıtlanmış oldu. Neden? Çünkü onlar akıllarını, ruhlarını satmışlardı, teröre yardım etmişlerdi. Ve bu yüzden bugün sayısız keşfedilmemiş mezar, yok edilmiş köy ve yerleşim yeri görüyoruz, aynı Nuh zamanında olduğu gibi.

 

“Demokrasi” için bayıla bayıla ve sert bir şekilde savaştığımız ve hala savaşmaya devam ettiğimiz dönemler boyunca gerçeklikle eşleşmeyen şeyleri deneyimlemedik mi? Demokrasi bize ne getirdi? Aldatma dışında, hiçbir şey! Bugünün demokrasisi gitgide daha da esir altına alan ve köleleştiren bir hal alıyor, çünkü her şeyi kontrolü altına almaya çalışıyor. İç dünyamıza, özel hayatımıza, girmeye çalışıyor, eskiden iyi entelektüeller olarak büyük işlerimizi yazdığımız odalarımızdaki özgürlüğümüzü bile elimizden almaya çalışıyor. Aynı Firavun zamanında olduğu gibi rüyalarımızı bile durdurmak ve kontrol etmek istiyor. Bu nedenle, rüyalarımızın dünyası ve hayallerimizin keyfi söndürüldüğü için bugün Firavun, tabii şekil değiştirmiş olarak, yayın evlerini, medyayı, televizyon kanallarını satın alarak bir “Fashion TV” yaratmıştır. Ve herkes, evet, tam olarak herkes, şirketlerin saklı “demokratik” amaçlarını destekleyen şeyler söylüyor. Diyorlar ki: başkanları ve hükümetleri biz belirler, biz destekler ve biz düşürürüz. Bu gerçekten oluyor değil mi? Fakat işler burada bitmiyor, çünkü onlar savaş planları yapacak ve savaş başlatacak kadar ileri gidiyorlar. Semavi dinleri bile kontrol etmeye çalışıyorlar. Bu bizim, Arnavutların arasında, mafyaya benzer bir işleyiş şekli almış durumda. Şimdi bu “maymunlar ve domuzlar” zamanı değil de nedir?  

 

Din konusuna gelince, bu konuda  da bir sürü sorunlar karşı karşıyayız. Çünkü, bu sefer “demokrasi” dini “demokratikleştirmeye” çalışıyor, ama dini Kabul etmek ya da tanımamak için değil, onu kontrol etmek için. Örneğin kötü bir hilafet resminiz var, bırakın İslam öğretilerini, herhangi bir dini öğretiden oldukça uzakta. Daha açık ifade etmek gerekirse, bu bir İslam dışı “hilafet”. Eylemleri sadece Müslümanlara karşı değil, çünkü samimi bir Müslüman bundan kaçınmak ister. Dünyadaki tüm Müslümanlara saldırmaktır amaçları, bu insanın kendine karşı yapılan bir harekettir. Yine insanın kendisi hedeftedir. Bu nedir? Bunu “maymunlar ve domuzlar”dan bahsetmeden nasıl anlayabiliriz?   

Bugünün demokrasisi, Dostoyevski’nin ruhunu, Tolstoy’un ruhunu bastırmış, Kafka’nı ruhunu bastırmış, Spinoza’yı bastırmış, Cheslay Milosh’u bastırmış, Ana Frank’ı bastırmış, hem kiliseyi hem de camiyi bastırmıştır. Bastırmaya devam etmektedir. Entelektüelleri, ne olduğunu bilmeden, sadece üretmeye yarayan bir makineye çevirmiştir. Yine de, kişisel olarak bana göre, akademisyenler bana şunu sorduğunda, cevaplaması artık daha zor geliyor: bugünün demokrasisi hakkında ne düşünüyorsun? Cevabım şöyle oluyordu: samimi olarak söyleyebilirim ki, çok fazla özgürlük var. Herkes özgür. Sadece Allah demokrasi tarafından “mahpus” edilmiş. Çünkü demokrasi Allah’ı hiçbir şekilde dinlemiyor ve Hans Kung’un da söylediği gibi, demokrasi Avrupa’da, kutsal dini öğretilere dayanmadan dini kararlar verebilmek için Kilise’yi daha güçlü bir hale getirdi.

Hayvan hakları için verilen modern mücadele demokrasinin bir aldatmacası değil mi? Müminleri hayvanlardan nefret eden insanlar olarak göstermeyi amaçlayan ve bu konuda birçok harcama yapılan pek çok hayvan programı görüyoruz. Bu konu o kadar ileri gitti ki, televizyondaki “çiftleştirme” programlarında adaylar birbirine şunları sormaya başladı: Hayvanları sever misin? Evde bir kedim var, kedileri sever misin? Evde köpeklerim var, onları sever misin? Zavallı çocuk kendine eş aramaya geliyor ve karşısındaki kadın kendisine bunları soruyor. Tüm bunlar, bugün evlerimizin nede hayvanlarla dolu olduğunu açıkça gösteriyor. Fakat, bunların en kötüsü bu baskının neden olduğu şeyler, ya da insanların bu baskıları altında neler yaptığıdır: insanlar hayvanları cezalandırmak, özgürlüklerini almak ve bir çok örnekte gördüğümüz gibi hayvanları kısırlaştırmak istiyorlar. Bu noktada, saçma bir şekilde kandırılıyoruz, çünkü, bu “moda”ya uyum sağlamayan müminler, hayvanlara karşı sorumluluklarının farkında olsalar bile, medya tarafından “terörist” olarak damgalanıyor. Saçmalık! İnsanlık şimdiye kadar hiçbir zaman bu “özgürlük” zamanı, bu “domuzlar ve maymunlar” zamanında olduğu kadar köleleştirilmemişti. 

Bu resmi doldurabilmek için, demokrasinin “ilerlediği” Batı’da, Müslüman müminler tarafından gelen taleplerin, öğrneğin yaşamsal bir ihtiyaç olan mezarlık talebinin reddedildiğini okuyabilir, duyabiliriz. Yani, topraklarının geniş bir bölümünü kedi mezarlıkları, köpek mezarlıkları için ayıran (eminim gelecekte timsah mezarlıkları, at mezarlıkları vb. ile de karşılaşırız) bu Batı, Müslümanların aynı talebini reddediyor. Böyle bir tabloya, “maymunlar ve domuzlar” zamanı demeden nasıl tepki verebiliriz?   

Bir zamanlar Yahudilere yapılan şeyler, bugün benzer şekilde mimlenmiş Müslümanlara yapılıyor gibi görünüyor. Avrupa’nın göbeğinde meydana gelmiş holokostun hemen unutulması mümkün mü? Unutulması asla mümkün olmayan, tüm bir halkı katletmeye yönelik bir soykırıma yönelik güçlü ve kitlesel desteğin? O zaman bu katliama herkes katıldı. Ve bugün böyle bir geçmişe sahip oldukları için halkı uyarmak yerine, her zaman olduğu gibi, zaman içinde geçmesini beklediler. Bu da bir çeşit, “maymun olma, domuz olma” tutumudur.

Kutsal metinlerin üzerinde durduğu bir oldu daha var ve bu da cinsel dejenerasyon. Ve bu sefer bu “demokrasi” ile, biz demokratik olmamakla, gerici olmakla ve insan düşmanı olmakla suçlanıyoruz. Neden? Müminler dini normlarına göre, böyle bir dejenerasyonu kabul etmedikleri için. Şimdi demokrasi adı altında verdiğiniz bu “hediyenizi” kabul etmediğim için kusura bakmayın, çünkü aynı cinsiyetteki iki insanın evlenmesini kabul etmiyorum. Müminleri cezalandırmak istiyorsunuz, dini de cezalandırmak istiyorsunuz; sadece, erkeklerin kadınlara aşık olması ve kadınların da erkeklere aşık olması ve farklı cinsiyetteki insanların evlenmelerini talep etmeleri nedeniyle. Ve bize, aslında geçmişte de böyle bozukluklar olmasına rağmen, böyle bir dejenerasyonu sanki yeni bir “ürün”müş gibi empoze ediyorsunuz. Bunlar göz önünde tutulunca, çeşitli uluslar arası deklarasyon ve anlaşmalar yoluyla, böyle evliliklere izin vermeyen ülkeleri Avrupa’nın bir parçası sayılamayacağı yönünde bir şeyi nasıl empoze edebilirsiniz? Bu insanı küçük düşürmektir! İnsanı demokrasi adı altında, nasıl bu kadar küçük düşürebilir, utandırabilir, öldürebilirsiniz? Bu “maymunlar ve domuzlar” zamanı değildir de nedir? Orwell’ın çiftliğindeki domuzların söylediği gibi: iki ayağı üstünde yürüyenlere karşıyız!

Aynı haksızlık kadınlara da yapılıyor, çünkü onlarla ilgili biyolojinin ne dediğiyle ilgilenmiyorsunuz: birine aşık olmak, aşkın bilgisi ve erkek/kadın insan haysiyeti pornografik bir makineye dönüştürüldü. Bunun sonucu insan ticareti ve beyaz köleliğinden başka bir şey değildir. Demokrasi diyoruz ama kandırıldığımızı unutuyoruz: kadınların zamanını aldık; erkeklerin zamanını aldık, aileyi kısırlaştırdık. Evli çiftleri azami düzeyde çalışmaya, hayat hakkında, çocukları hakkında, aşk hakkında düşünmemeye zorladık, ve böylece onların korku içinde ve korku için yaşamalarına, her gece acaba patronun onları nasıl kovabileceklerini düşünmelerine neden olduk. Tüm bunlar insanı verimsizleştirmedi mi?

Şimdi, üzerine biraz daha kafa yormak için, kutsal metinlerin dini öğretilerinin bizi zamanın işaretlerine dair daha dikkatli olmaya, Şeytan’ın bizi aldatmasına ve izin vermemeye çağırdığını bilerek, tüm bunların içinde dini kurumların nerede olduğunu soruyorum. Böyle kutsal ve dokunulmaz bir alanı nasıl suistimal edebilirler? Şimdi daha dikkatli düşünmenin ve geçmişten ders çıkarmanın zamanıdır. Ve İslam, doğanın doğallığını tanıyan ve haksızlığı engelleyen, tamamen hümanist bir huzur dinidir. Bu inançsızlıkla, örtünmemeyle, evlenemeyen insanlarla, hayvanlarla, medeni bilimle ya da içinde yaşadığımız dünyayla ilgili değil. Haksızlık ve fitne ile ilgili. Haksızlık ve fitne günümüzün “maymunları ve domuzları” içinde çok yaygın bulunmuyor mu?

Kaynak: Worldbulletin.net
Dünya Bülteni için tercüme eden: Cansu Gürkan

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?