Onun derdi şapkadan çok daha büyüktü: İskilipli Âtıf Hoca
Sonunda idam sehpasına yürümek de olsa davasından vazgeçmeyen İskilipli Âtıf Hoca, şapka devriminin basit bir aksesuar değişikliği olmadığını çok iyi biliyordu. O, Müslüman Türk kimliğinin kaybolmaması için mücadele etmişti.

“Hamd, zîneti kullarına mübah kılan ve nimetlerini onların üzerinde görmeyi seven Allah’adır. Selât ve selâm, gayr-i Müslim milletlere benzemekten ümmetini nehyeden Efendimiz Muhammed’e ve fısk-u fücûru taklidden ictinab eden âline ve ashabınadır.” diyerek “Frenk Mukallidliği ve Şapka” isimli risalesine giriş yapan İskilipli Muhammed Âtıf Hoca, 4 Şubat 1926 tarihinin şafak vaktinde, o günün İstiklal Mahkemeleri tarafından suçlu ilan edilip “Ankara Hapishanesi”nin önüne kurulan sehpada asılarak katledilmişti.
Bir risale ki, yazanını idam sehpasına götürür olur. Sözler, ne kadar tesirli, bağlayıcı, derinden ve rahatsız edicidir ki söyleyenini canından eder; söyleyeninin canı pahasına cümlelere dönüşür bu sözler. Bu topraklarda bunun en net halini yaşayanlardan biridir İskilipli Âtıf Hoca; tıpkı 29 Ağustos 1966’da Yoldaki İşaretler adını verdiği kitabında yazdıklarından dolayı ipe giden Mısır’ın yiğitlerinden Seyyid Kutub gibi. Onlar, sözlerini, özlerini, inançlarını, davalarını, kabullerini ve redlerini değiştirmeyip sonraki nesillere miras bırakarak gidenlerdir. Onlar, asıl hayata ulaşmak için ölümden yararlananlardır. Onlar, ilmiyle amil, özüyle, sözüyle bir olanlardır. Onlar, Allahu Teâlâ’nın yolunda, rızasında, sevdasında olduktan sonra ölümden bile korkmayanlardır.
Âtıf Hoca’nın ardından altmış yedi yıl sonra, yani 1993’te, Mesut Uçakan’ın yönetmenliğinde “İskilipli Âtıf Hoca – Kelebekler Sonsuza Uçar” isimli bir sinema filmi yapılır. Filmin senaryosunu okuyup değerlendirmeleri için Sadık Albayrak, İsmet Bozdağ, Hasan Hüseyin Ceylan, Abdurrahman Dilipak, Ziyad Ebuzziya, Mustafa Kaplan, Mustafa Müftüoğlu ve Mim Kemal Öke gibi yazar ve tarihçilere başvurulur. Sağlam bir araştırma ve tetkikten sonra çekimleri yapılır ve memleket insanının seyrine sunulur film.
Âtıf Hoca’nın hayatında ders alınacak o kadar çok ibretlik manzara var ki
Bu filmde, Âtıf Hoca’nın itibarının iade edilmesi için mücadele veren genç bir avukat dikkatleri kendi üzerinde topluyor. Öncesinde normal bir dava gibi düşünerek İstanbul’dan kalkıp gelir İskilip’e. Bir zaman sonra şahit olduğu sıra dışı bir iman, ihlâs ve samimiyet müdafaasına ve akla hayale gelmez zulümlere karşılık kayıtsız kalamaz genç avukat. Çok şaşırır ve şaşırmakla kalmayıp Âtıf Hoca’ya ve dönemindeki olaylara kaptırır kendini. Eşi – dostu, arkadaşları delirdiğini düşünürler. O ise duymazdan gelir söylenenleri. Ne yapıp yapıp Âtıf Hoca ve onun gibilerin iade-i itibarları için elinden gelen çabayı gösterme amacındadır. Ne idüğü belirsiz bir şapka yüzünden insanların tarifsiz sıkıntılara düşmesi ve kabul etmeyenlerin ölümle pençeleşmesi zihnini tarumar eder avukatın. İnsan için en kıymetli varlık olan canı pahasına da olsa o türedi şeyi başına almayan, ona en değerli uzvu olan başında yer vermeyen Âtıf Hoca’nın hayatı, araştıranların, soruşturanların hayretlerini gizleyemeyecekleri kadar hayret uyandırıcı ve tüyler ürperticidir. Evine gelen ve maksatlarının kendisini mahkemeye çıkarmak ve hapse götürmek olduğunu sonradan öğreneceği polis memurlarına bizzat eliyle kahve ikram eden bir âlim, bir münevver, bir mülayim insandır Âtıf Hoca. Birkaç saatliğine diye götürülüp, ailesinin aylardır haber dahi alamadığı bir aile reisidir Âtıf Hoca. Şapka kanunundan evvel yazıp yayınlattığı ve kanundan sonra nüshasının neredeyse kalmadığı bir risalenin müellifi, edibidir Âtıf Hoca.
Bunlar ve daha fazlası ve daha başka başkaları, avukatın derinlemesine ve dört elle bu davaya sarılmasına sebep olur. Hoca’yı bir şekilde tanıyan, onunla teşrik-i mesaisi olan genç – yaşlı, kadın - erkek herkesten malumat almaktan tutun da, devlet arşivinden o döneme ait evrakları zar zor alabildiği izinlerle karıştırmaya, incelemeye kadar ucu Âtıf Hoca’ya ve yaşadıklarına uzanan her bir yola başvurur, her bir yolu arşınlar avukat. Yetmiş yıla varan mezalimi gün yüzüne çıkarıp, bu tertemiz insanın ve onun gibi “temizliği” yaşayanların hem adalet önünde hem de tüm insanlık nazarında itibarlarını geri kazandırmadan gözüne doğru dürüst uyku girmez. Nice kez İstiklal Mahkemesi reisi feryatlarıyla sıçrayarak, terin suyun içinde kalmış bir vaziyette uyanır bir türlü düzgünce kendini veremediği, dinlendiremediği uykularından.
Âtıf Hoca’nın hayatında ders alınacak o kadar çok ibretlik manzara ile karşılaşır ki avukat; dinledikleri, duydukları, okudukları ve şahit oldukları, ona nasıl bir ummana daldığını yavaş yavaş hissettiriverir. Kendini İslam’a, ilme, memleketi insanının Hakk yolunda yürümesi hedefine adamış bir müstesna şahsiyet olan Âtıf Hoca’ya Kırım’dan önemli bir vazifeye memur olması teklifi gelir. O, anında reddeder bu dünyasını iyiden iyiye mamur edeceği teklifi. Zira o, mutluluğu, huzuru Allah yolunda bulduğu, gördüğü için ve ayrıca memleketi insanının kendisine çok ihtiyaçları olduğundandır ki tercihini kaldığı yerden, tuttuğu daldan devam etmekten yana yapar. Bu sahne, beyninde şimşeklerin çakmasına sebep olur avukatın. Çünkü etrafındaki insanların hemen hemen hepsi, üç kuruşluk dünyalık menfaatler karşısında vazgeçmeyecekleri değerleri, satışa çıkarmayacakları mukaddesatları kalmayanlar türündendirler. Onlar nerede, Âtıf Hoca neredeydi
Mahkemeye çıkarılma süreçlerinde, Âtıf Hoca’nın tarihe nakşolunan o meşhur sözü ise her daim hatırlanmaya ve dahi hatırlatılmaya değerdir. Hani demiş ya mahkeme reisi: “Hoca, başındaki sarık da çaput, şu şapka da; onu çıkarıp bunu giysen ne olur?” Ve bunun üzerine Hoca da, “Reis bey, arkanızdaki bayrak da çaput, İngiliz bayrağı da çaput; bunu çıkarıp onu assanız ne olur?” diye cevap vermiş ya… Cevabını vermesine vermiş; ancak bu cevap, onu “sehpalarında sarıkla sallanacağı sabahlara” götürecektir o unutulmaz Ömer Karaoğlu ezgisi olan “Kurtuluşun Ölümü”nün sözlerinden ödünç almak gerekirse eğer.
Mahkeme, ertesi gün bütün sanıkların tek tek müdafaalarını sunmaları kararıyla kapatılır. O günlerin canlandırılması yapılan filmde, tarihin konuşturulduğu bölümdekiyle eşzamanlı tıkırdayan daktilonun tuş sesleri, bir karede mazlumların idamlarına mürekkep tüketirlerken, diğer karede aynı kişilerin iade-i itibarları için ter dökmektedirler. Olan olmuş, giden gitmiş, biten bitmiş, yiten yitmişti elbet; fakat tarihte kara, kapkara ve hatta kapkaradan da kara bir leke katmanı olarak kalmamalıydı bu cürümler, bu ölümler, bu zulümler…
“İslam milliyetinde gayret göstermek ve sapasağlam olmak, şiar-ı imandandır”
Başarılı bir senaryo ve kurguyla, ondan daha başarılı bir oyunculukla zihinlerde güzel izler bırakacak şekilde yapılan bu “İskilipli Âtıf Hoca/Kelebekler Sonsuza Uçar” sinema filmi, doksanların kıt imkânlarına ve bu imkânlardan da daha kıt duyarlılıklara rağmen ortaya konmuş şahane bir çalışma olarak gözümüzün önündedir. Çok uzak olmayan bir tarihe tanıklığı, bir amansız ve eşsiz zulme şahitliği resmeden, korkaklığı bertaraf eden dert edinmişliğin bakiyesidir bu eser. Bugüne ışık tutacak tarihî yaşanmışlıkları insanlara taşımak, onları o insanların hatırlarına kazımak say-u gayreti, hakkı teslim edilmesi gereken bir emektir. Hatadan beri olmaklık yalnızca Allahu Teâlâ’ya ait olduğu için, bu çalışmanın da öyle ya da böyle eksiği, gediği söz konusudur. Yirmi yılı aşmış bir zaman diliminin şartlarından vücut bularak gelen ve belli bir kaygının eseri olan bu filmin, şimdilerde daha ileri imkân ve teknolojiyle muadilleri oluşturulabilir. Tetikleyici unsur, sadece maddi planda değil tabi; bunu bir ihtiyaç olarak görecek yüreklere ve yüreklilere düşüyor asıl iş. Şöyle bir düşündüğümüzde, günümüz ve yarınımız insanlarına rol model olacak ne kadar çok öncü Müslümanımız var, öyle değil mi? Her bir öncümüz için kurulacak bir sahne, oluşturulacak Müslümanca bir senaryo, küfür, şirk ve zulüm fikri üzerine bina edilen çağdaş tiyatro, sinema, film düzenlerini yerle bir etmez mi dersiniz? Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu, elbette yüce Allah bilir.
Filmin sonunda, İstiklal Mahkemesi reisinin çıldırarak öldüğünü, avukatın bu işin peşini bırakmayıp kamuoyundan ve pek çok meslektaşından destek aldığını ve neticede TBMM’nin iade-i itibar teklifini kabul ettiğini öğreniyoruz. Aynı şekilde altmış ihtilalinde idam edilen başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları Hasan Polatkan ile Fatin Rüşti Zorlu’nun iade-i itibarlarının yapıldığının ve aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen binlerce insanın öldürülmesine sebep olan şapka kanununun hâlâ yürürlükte olduğunun da vurgusu yapılıyor.
Açılışta yaptığımız gibi, kapanışta da söz; büyük bir minnetle ve rahmetle andığımız Âtıf Hoca’nın olsun: “Esasen kılık ve kıyafet âdetinde gayr-i Müslimlere benzemekten men ve nehyden Peygamber Efendimiz’in murad ve maksadı, Müslümanlar arasında İslamî milliyeti tesis etmektir. İslamî milliyetin dayanak noktası da küfür milliyetine mahsus olan şiar, adet ve tavırlarda, kâfirlerden ayrılıp onlara benzememektir. Binaenaleyh İslam milliyetinde gayret göstermek ve sapasağlam olmak, şiar-ı imandandır. Onun için her Müslüman, dinî ahkâma aykırı ve bilhassa İslam milliyetine muhalif olan işlerden kaçınmalıdır.”
Fatih Pala