Cengiz Ceylan: Yabancı sermaye finans sektörüne geliyor
Toplumların kendi kültürlerine, inançlarına, geleneklerine, üretim biçimlerine ve coğrafyalarına uygun iktisadi bir anlayış geliştirmeleri gerektiğini belirten Ceylan Liberalizmin eşitliği sağlamayacağını ifade ediyor

Aynur Erdoğan/ Dünya Bülteni
Kadir Has Üniversitesi İİBF öğretim görevlisi Doç. Dr. Cengiz Ceylan Türkiye'nin ve diğer Doğu toplumlarının kapitalizm karşısındaki konumlarını değerlendirirken sorunlarını ithal politikalarla çözemeyeceklerini söylediği bu toplumların kendi kültürlerine, inançlarına, geleneklerine, üretim biçimlerine ve coğrafyalarına uygun iktisadi bir anlayış geliştirmeleri gerektiğine işaret ediyor.
Ceylan ile 2008 yılında yapılan röportajın ikinci bölümünü önemine binaen yeniden yayınlıyoruz..
Cengiz Ceylan: Sizin dini inançlarınız Protestan ahlaka direnmek anlamına gelir. Bu şekliyle Kapitalizmin elindeki en güçlü aracı alıyorsunuz. Bırakın Müslüman olmayı, gerçek bir Budist olduğunuzda da sizi engellerler. İyi bir Hıristiyan olmaya kalktığınızda, Tanrıyla ilişkilerinizi iyileştirdiğinizde de sizin önünüze bir engel çıkacaktır. Eğer bu tür toplumlar onların yaşamlarını tehdit etmeyecek kadar küçük veya etkisizse, sorun yoktur. Aksine farklılıklar zenginliklerdir(!) onlar için. Mesela Amerika'da böyle bir cemaat var. Onlar kendi hayatlarını inançları paralelinde yaşıyorlar. Şu durumda onlar "cici"dir, zenginliktir, Liberalizm içinde her zaman böyle düşünen ve yaşayanlara yer vardır(!). Ama sistemleşmeye başlarlarsa, çok büyük bir tehlikedir.
Doğu dünyasının ne inancında ne kültüründe bu üç tane sac ayağını güçlendirmek mümkün olmayacaktır bence. Ben hiçbir zaman Türkiye dahil, -ki Türkler aşırılıktan hoşlanmazlar, orta yolu severler- dünyanın doğusunda demokrasinin, liberalizmin, Protestan ahlakın yerleşeceğine inanmıyorum. Peki ne olacak? "Ne Musa'ya yaranacağız, ne İsa'ya. Muhammed'in de dostu olamayacağız böyle devam edersek. Ezilmeye ve istikrarsızlığa mahkum olacağız. Hiçbir zaman bu bölgede Allah'ın insanların yaşam tarzına karışmadığı anlayışı yerleşemez. Bölgenin inanç ve kültüründe bu yok. Mülkiyet anlayışı da farklı. Osmanlı'da. mülkiyet kamunun elinde, intifa hakkı ise bireylere ait. Ektiğiniz ve biçtiğiniz sürece. Üç sene üst üste ekmezseniz "çift bozan" vergisi verirsiniz, beş sene ekmezseniz elinizden alınır ekecek olana verilir. Bunun özgürlük dışı bir tarafı var mı? Bizim yapımıza uygun. Japonya da kendisine göre bir model oluşturabilir, Çin de. İlla liberal kapitalist kurgu peşinde koşmamız gerekmiyor.
ÖZGÜRLÜKLER KAPİTALİST SINIFIN ÇIKARLARINI KORUYOR
O yüzden liberalizmin bu konuda ahlaklı olduğu söylenemez. Özgürlüğün önce siyasal alanda sonra da iktisadi alanda olması gerektiği savunulmaktadır. Liberalizmin mantığına göre; kamusal alan kamu dışı alan diye bir ayırım, bireyin kendi alanındaki sınırsız özgürlüğüne vurgu yapar. Tersinden, kamusal alanın özgürlüklerin bittiği alan olduğunu değil. Kamusal alan bireylerin başkalarının haklarına müdahale etmeksizin bir arada bulunabilecekleri alandır. Devletin görevi de bu beraberliği garanti edecek tedbirleri almaktır. Ancak özel alanda hiç kimse size müdahalede bulunamaz. Başkasının bahçesine giremezsin. Kamusal alana çıkınca daha rahat olmanız gerekir. Ama başkalarının haklarını da gözeteceksiniz. Başörtüsünün başkasının haklarına müdahaleyle ne ilgisi var? Veya terörizme dönüşmediği sürece sizin inançlarınızın ortaya dökülmesinde, toplum içinde yayılmasında ne gibi mahzur olabilir? İşte bu durum aslında kendi kurgularıyla çelişiyor. Etik değiller bu konuda da. Konuşmanın başında bizim toplumumuz nereye doğru gidiyor? Dediniz. Galiba rahatlığı seviyorlar. O yüzden liberalizme ses etmiyorlar. Hoşlarına gidiyor. Bırakınız yapsınlar. Liberalizm, gerçekte insan haklarını koruyor değildir. Kendisine zarar verildiği anda setini çeker ve bu tarafa geçemezsiniz burası kamusal alandır deyiverir. Ne demekse kamusal alan? Bunun tarifini de yapamazlar. Halbuki insanların özgürlükleri sınırsızdır. Başkasının özgürlüğüne müdahale etmedikleri sürece… Efendim, bunları serbest bırakırsan inançlarını ve kültürlerini başkalarına aktarabiliyorlar. Hani özgürdü insanlar? Hatta onların felsefesine göre demokrasi ve liberalizmi bir arada düşündüğünüzde, bir ülkenin toplumu komünist olmaya karar verdiğinde olabilmelidir. İslam devleti kurma kararında olduklarında kurabilmelidirler. Ama çelişiyorlar. Hayır, özgürlük sadece onların çıkarlarını koruduğu sürece vardır. Özgürlük kimin çıkarlarını koruyor? Kapitalist sınıfın çıkarlarını koruyor. Bütün çabalarımız kapitalist sınıfı daha çok zenginleştirmek için. Ulusal şirketler uluslar arası şirketler haline dönüştürülür, onlar kendi güçleri yetmediği yerde devletin gücünü kullanarak başka ülkelere müdahale ederler, onların kaynaklarına müdahale ederler, sosyal ve siyasal hayatlarına müdahale ederler. Kapitalizmi üretenler; Irak'a, Afganistan'a, Türkiye'ye, Arap ülkelerine ve Afrika'ya müdahale ediyorlar. Hem onların kaynaklarını sömürüyorlar hem de insanlarının yaşamlarına müdahale ediyorlar. Bunlar aynı zamanda demokrat olduklarını iddia eden ve dünyaya bunu yutturanlardır. Üstelik bu müdahalelerini demokrasi adına yaptıklarını söylüyorlar. Onları da demokrat yağacağız diyorlar. Neden? Kendimiz için öyle bir alan açmalıyız ki, orada rahat hareket etmeliyiz, yeni Pazar ve kaynaklar bulmalıyız.
Afganistan örneğinde de refah anlamında halkın hayatında bir şey değişmediğini görüyoruz…
Hiçbir şey değişmedi. Daha kötü oldular. Bıraksalar dünyanın gelişimine paralel bir değişim gösterecekti zaten. O insanlar geri zekalı değil ki. Dünyada böyle bir toplum yok zaten. İnsan denilen şey aynıdır. İster Kuzey Amerika'da yaşasın ister Afrika'da. Birisi beş kat büyür, birisi iki kat büyür. Ama mutlaka büyür.
TÜRKİYE UÇURUMUN KENARINA HIZLA GİTMEYE DEVAM EDİYOR
Liberalizmin bu ülkede neşvü nema bulması mümkün değil dediniz. Ama liberal politikaların sonucu olarak devlet yapılanmasında değişiklikler yapılıyor. Devlet sosyal alandan çekilmeye başladı. Özelleştirmeler hız kazanıyor. Bu değişiklikler bizi o noktaya vardırmaz mı?
Vardırıyor. Türkiye uçurumun kenarına hızla gitmeye devam ediyor. Çünkü Türkiye'nin iktisadi yapısı dışarıya bağımlı... Bunun adı da "küreselleşme" olarak takdim edildi. ABD sıcak savaş döneminden sonra soğuk savaş dönemine geldiğinde, kendi hinterlandını güçlendirmek için ekonomik olarak ülkeler üzerinde baskın güç oluşturmaya çalıştı. Bunu da resmi hale dönüştürmek amacıyla ekonomi alanında Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, askeri alanda NATO, siyasi alanda Birleşmiş Milletler, kültür alanında UNESCO gibi uluslar arası kuruluşlar meydana getirdi. Bunların üyelerine baktığımızda karar mekanizması ilk 5'te, 10'da toplanır. Zaten iktisadi kuruluşların fonlarının yarısından çoğu da bu ülkelere aittir. Mesela bizim Dünya Bankasındaki payımız binde beştir. Üç tane ülkeninki de yüzde 55'tir. Şimdi siz bu koşullar altında ne yapacaksınız? IMF gelir, Duyunu Umumiye gibi sizin bakanlığınızın içine girer, bütçenizi kontrol eder. Çünkü borçlusunuz. Ama ne yapıyor Amerika? II. Dünya Savaşı sonunda diyor ki, sizin şehirleriniz yıkıldı, ekonomileriniz çöktü. Ben size mal satabilirim. Savaş esnasında altınınızı verdiniz, biz de size savaş malzemeleri verdik. Savaş bitti. Altınınız da yok. Uluslar arası ödeme aracı altın. Bunu çözeriz. Ben size kredi vereyim., size mühendis, yiyecek, giyecek, makine, teçhizat ve bilgi satayım. Dünyanın altınlarını emmiş, rezervleri çok güçlü. 1944 yılında kurduğu Bretton Woods Sistemiyle diyor ki üye ülkelerin Merkez Bankalarına, sizin altınınız olmadığı için paranızı altına göre üretemezsiniz. Paranızı benim param karşılığında üretin, ben de altın karşılığı USD üreteyim. Diğer bir ifadeyle Merkez Bankası kasasındaki altın yerine, ne kadar USD varsa o kadar Türk Lirası piyasaya sürebilirsiniz. Kağıda karşı kağıt süreceğiz. ABD ise altına karşı kağıt sürecek. Peki, ben doları nereden elde edeceğim? Benim ürettiğim mal ve hizmete de ihtiyacı yok ki, satıp dolar kazanayım. USD elde etmek için birinci yol budur. Ya da kredi alacağım. Başka şansım yok. Veya varsa doğal kaynakların, onları yok bahasına satacaksın. Kağıda karşılık ürettiğim mal ve hizmetleri piyasaya sürmüş oluyoruz. İyice kapana kısılmış oluyor. Sonuçta ABD, soğuk savaş döneminde bu uluslar arası kuruluşlarla dünya ülkelerini daha fazla denetime aldı. Artık içimize girdi. Bizi rahatlıkla kontrol edebiliyor. Bu kontrolün uzantısı olarak, uluslar arası kuruluşlara üyeliğiniz, attığınız imzalar dolayısıyla bunu yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bütçeniz sürekli olarak sosyal politikalar yüzünden açık veriyor. Bu dengeyi kurmanız için size akıl da veriyor. Bu açığı kapatmanın yolu, şu sosyal devlet anlayışından uzaklaşmaktır. Sosyal devlet anlayışından mecburen uzaklaşmaya başlıyorsunuz. Elinizdekileri çıkarın, iktisadi teşekkülleri satın…
1972 yılındaki Dünya Ekonomi Krizi'nde Bretton Woods Sistemi çöküyor ama Sistem içinden 2 güçlü kuruluşu çıkarıyor: IMF ve Dünya Bankası.
KAMU TEKELİ ÖZEL TEKELDEN DAHA İYİDİR
Bu arada bir taşla iki kuş vuruyorlar, sermaye, payını genişletiyor. Sosyal devletin işgal ettiği alanlara kapitalist sermaye giriyor.
Tabii. Aynı zamanda biz de girebilelim diyor. Uluslar arası güçler, sizin kamu olarak üretim birimlerini, güçlü firmalarınızı ele geçirmeye başlıyorlar. Buna karşı güçlü gerekçeler de oluşturuyorlar. Bireylerin mülkiyeti kamunun mülkiyetinden daha iyi sonuç verir. Kamu, her zaman zarar eder, bu zararı da topluma ödetir. Kamunun kayırmacılığı sayesinde zenginlikler, bir kısım insanların eline geçer diyorlar. Benim fikrimi sorarsanız; "kamu tekeli", "özel tekelden" daha hayırlıdır. Elektrikte, telekomünikasyonda, kanalizasyonda, suda, alt yapıda, yollarda, özel sektör tekeli daha tehlikelidir. Mesela elektriği bu fiyattan kullanabilecek misiniz? Özel sektör elinde olsa? Kamu ne kadar hantal olursa olsun, bu konularda daha namusludur. Bir de hantal olmak durumunda mıdır? Olmasın. Almanya'da hantal değil de bizde niye hantal.
Bir de kamu iktisadi kuruluşlarına ait ürünlere sık sık zam yaparak insanları bıktırıyorlar ve özelleşsin de kurtulalım noktasına getiriyorlar.
Evet. Zam konusu doğru ancak gerçek nedeninin bu olduğunu ilk bakışta söylemek mümkün değil. Acaba kurumun sürekli zarar ettiğini mi vurgulamak? Yoksa gerçekten bu kurumların ürün maliyetleri mi artıyor da zam yapmak zorunda kalıyorlar? Ancak bunu ilgili kurumları elden çıkarma yöntemi olarak kullanma imkanı vardır. Yani toplumun gözünden düşürerek, satışını haklı çıkarmak… Özal da böyle yapmıştı. Önce kamu iktisadi kuruluşlarına özerklik verdi. Yani başına atadığı genel müdüre dedi ki, bundan sonra bütçeden desteklenmeyeceksiniz. Kendinizi kendi kaynaklarınızla finanse edin. Bu çok güzel bir yöntem… Namuslu ve işinin erbabı bir yöneticiyi işin başına getirirseniz, başarılı olursunuz ve kurum ayakta kalır. Nitekim bunun örnekleri var. İSDEMİR bu yöntemle mesela kâr etmeye başladı. Arkasından ne olduysa oldu, bun firmalar gözden çıkarıldı ve özelleştirme kapsamına alındı. Toplumun da hiçbir ciddi tepkisini almadı. Çünkü bu işletmelerin devletin sırtında bir kambur oldukları ve sürekli olarak bütçeye yük getirdikleri anlatıldı. Ne kadar masum bir gerekçe değil mi? Bu gerekçeyle artık devletin yapması gerekenler bile üzerinden atıldı.
Yine bir şey hatırlatayım, liberaller her konuda mutlak bir serbestlik iddia ederler, özel sektörü öne çıkarırlar tamamen. Devlet sadece organizasyoner olmalıdır derler. Fakat şu üç şeyi çözemezler. Bir tanesi, para merkez bankası tarafından basılmalıdır. İkincisi, iç ve dış güvenlik mutlaka kamunun elinde olmalıdır. Üçüncüsü de, adalet işleri kamu tarafından yürütülmelidir. Bunları serbestleştiremiyorlar. Halbuki liberal teoride hiçbir konuda kamunun müdahalesi olmamalıdır. Bunlar hariç olmak üzere; liberalizm tam olarak uygulanmalıdır diyorlar. Biz bunu genişletebiliriz. Altyapı da hariç olabilir, sağlık, eğitim de hariç olabilir. Tamamen kendimizi liberal ortama odaklamışız. Bunlar hep kötüdür hep zarardır diye bakıyoruz. Ama güzel örnekler var. Bir de bahsi geçen bu kurumlar liberal ortama (özelleştirme-rekabet) bırakıldığında ortaya çıkacak olan zarar mı daha fazladır? Yoksa kamunun elinde kaldığında ortaya çıkacak zarar mı? Belki de bir ülkenin uzun süre bu kurumu finanse etmesi de gerekebilir. Ne mahzuru var? Öbür türlü, kaynak kayıplarından daha hayırlı olabilir. Bunun hesabını yapmak mümkün. Ama biz hep liberal düşünerek, özel sektörün elinde olursa işlerin yoluna gireceği, kamunun elinde olursa zarar edeceğine inandırıldık. Türkiye bu anlayıştan sıyrılmalıdır. Bunun için akşamdan sabaha karar alıp, bir parti bir iktidar bu işi düzeltemez. Önce ülkenin fikir adamları tarafından bu fikrin konuşulması, üretilmesi gerekir. Benimsenmesi gerekir. Düşünülüp artık somut örnekler ortaya konması gerekir. Uzun zamana ihtiyacımız var. Ama daha fazla zaman kaybetmeden, Türkiye'de bunun konuşulması gerekiyor. İktisadi kalkınmamızı böyle bir yöntemle sağlayamayız. Dışa bağımlılıktan kurtulup, teknolojiyi ve katma değeri yüksek ürünleri üretemeyiz. Türkiye son 25 yılda çok önemli mesafeler kat etti ancak geçen bu yıllara rağmen hala teknolojiyi üretemiyoruz, hala ithalatımız ihracatımızın yüzde 50 üzerinde seyrediyor. Ayrıca ihraç ve ithal mallarımızın kompozisyonu, gelişmiş ülke kompozisyonundan çok uzak…
KAYNAKLARI İSRAF ETMEYİN, KANAATKAR OLUN, KENDİ ÜRÜNÜNÜZÜ KULLANIN DİYEN BİR ZİHNİYET ONLAR İÇİN TEHLİKE…
Zaten ben şuna da inanmıyorum. Türkiye'de özellikle dindar insanların yaşam alanlarının daraltılması onların temel sorunu değil. Yani Müslümanlık onları çok rahatsız etmiyor. Onları rahatsız eden; bilinçli Müslümanlık ki, başörtüsü bunun sembolü olarak algılanabilir, bilinçli vatandaş olmak… bir de başörtüsü sembol olarak kullanılıyor diyorlar. Tabii ki, semboldür. Bunda ne mahsur var? Bireyler Müslüman olduklarını ve İslam'ı yaşam tarzı olarak benimsediklerini inkar etmeyerek iki yüzlülük yapmıyorlar. Bilinçli davranıyorlar.
Yani her giysinin olduğu kadar onun da sembolik değeri var.
Tabii ki. Bir insanın çantasına, parkasına bakarak onun hakkında fikir yürütüyorsunuz da başörtüsünün sembolik bir tarafı neden olmasın?
Başı açık olmanın da sembolik bir değeri var. Belli bir yaşam şeklini ve felsefesini kabul ettiğini gösteriyor.
Elbette. Bunda da hiçbir sorun yok. Adam isterse kavuğunu giysin sokakta gezsin. Kendini öyle ifade etmek istiyor. Güzel değil mi? Bu, bizim gibi giyinmeyen ve yaşamayan insanlara saygısız olacağımız anlamına gelmez ki. Böyle bir yaşam tarzını kabul etmeyenlerin rahatsız olduğu husus bu değil. Bir gün bize engel olurlar bunlar, sorun çıkarırlar! Kaynakları israf etmeyin, kanaatkar olun, kendi ürününüzü kullanın diyen bir zihniyet onlar için tehlikelidir. Bunları yaptığınızda kaynak kıtlığı zaten ortadan kalkıyor. Adil paylaşın, birbirinize destek olun… Bu ahlak ve değer yargıları, Kapitalistlerin en zıt olduğu şeylerdir.
İrrasyonel davranışlar!
Bunlar irrasyoneldir deyip insanları ikna etmeye çalışıyorlar. O zaman üretip kime satacak? Neden bu kadar yiyecek, giyecek ve israf? Bunlar çok anlamsız, diyecek olan dünyada herhalde iki grup var… Müslümanlar ve Budistler… Protestan olmayan ve bu şekilde yaşamayan Hıristiyanları saymıyorum. Onlar maalesef çok az sayıdadır.
Budistlerin siyasi talepleri olmadığı için…
Müslümanların siyasi talepleri var. Sorun burada. Budistlerin böyle bir talebi olmadığından onlarla ilgili bir sorun da yok.
ÇABUK ZENGİN OLMA İSTEĞİ; TOPLUMU ADALETSİZLİĞE, HAKSIZLIĞA, SÖMÜRMEYE, SOYGUNA, HIRSIZLIĞA, ARSIZLIĞA İTTİ
Yabancı sermayenin çekilmesi, şu an ekonomi politikalarının çok merkezinde duruyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yabancı sermaye kalıcı bir kalkınma sağlayabilir mi?
Biz hep Türkiye'den örnekler veriyoruz ama gelişmekte olan ülkelerde durum farklı değil. 1980 öncesiyle, sonrasını kıyasladığımızda veya 1980'nin hemen başlarıyla bugünü kıyasladığımızda; Türkiye'de hızlı bir değişim olduğunu görüyoruz. Öncesinde insanlar daha kanaatkar, çünkü dünyayı tanımıyorlar. Medya bu kadar gelişmemiş, dünyada insanlar nasıl yaşıyor? Onu çok bilmiyorlar. Avrupa kelimesi sadece Türk filmlerindeki zenginlerin "kızımı Avrupa'ya tahsile gönderdim" den ve kitaplardan başka bir yerde duyulmuyordu bizim için. Bir de Almanya'da çalışan işçilerimizin anlattıkları dışında Avrupa'yla ilgili bilgimiz yok. Genel anlamda söylüyorum bunu, Türkiye'deki tüm insanları kastetmek zaten mümkün değil. Dolayısıyla taleplerimiz de yok. Ne zaman bunlar gelişiyor, bizim taleplerimiz artıyor. Niye biz zengin değiliz? Batı 200 yılda zenginleşti, biz iki yılda mı zenginleşeceğiz? Bu talepler bizi adaletsizliğe, haksızlığa, sömürmeye, soyguna, hırsızlığa, arsızlığa itti. Hala da öyle... kısa yoldan zenginleşmek istiyor insanlar. Bir an önce arabasını, evini ve yazlığını almalı… Hırs bürümüş insanları. Çok tüketmeli… Rekabet, insanları kendinde olmayan mal ve hizmetleri çalışmadan veya az çalışarak elde etmeye doğru yöneltiyor. Kolay kazanç kapıları açıyor. Haksız kazanç kapıları açıyor. Buna zorlanıyorlar...
TÜRKİYE 90'LI YILLARDAN İTİBAREN GİDEREK HIZLI BİR BİÇİMDE DIŞA BAĞIMLI HALE GELİYOR
Liberal ekonomi uygulanmaya, insanlar mutlu olmaya başladı. Kazancımız artıyor. Kaynak yok ama bankalarımız sağ olsun kolayca bize kredi veriyor. Arkadaşlarımızdan rahatlıkla borç alamasak da, finans kurumlarından alıyoruz. Yurtdışına gidiyoruz, geziyoruz, ticaret yapıyoruz, batıyoruz, batınca canımızı mı alacaksın diyoruz. Türkiye'de bunun örnekleri çok yaşandı ve yaşanıyor hala. Bankalar kuruluyor, sermaye toplanıyor, milyarlarca dolar sermaye kayboluyor, devlet el koyuyor. Nereye gitti bu paralar? Battım. Batmak ne demek? Hadi ben battım, garibanım. Sen 10 milyar doları, 20 milyar doları nereye götürdün? Kamu bütçesi sürekli açık veriyor. Tüketim kalıplarımız değişti. Yancı mallara talebimiz arttı. Bu sefer dış ticaret bilançosu da açık veriyor. Cari açık sürekli artıyor. Çünkü yabancı mallarını talep ediyoruz. Bu açıklar Türkiye'yi sürekli krize açık tutuyor. Fiyatlar yükseliyor, dış ticaret açıkları yüzünden devalüasyonlar yaşıyoruz. Üretim yapamıyoruz, başkalarına bağımlı oluyoruz, dış borç, iç borç almış başını gidiyor… İnsanlar üretmek yerine finansal yollarla üretmeksizin kazançlar elde etmeyi tercih ediyorlar. Türkiye ciddi krizler yaşıyor. 1994'le başlayan 2000'li yılların başındaki krizlere varıncaya kadar sürekli krizler içinde yaşamaya başlayan bir ülke konumuna geliyor. Bunun bir an önce durması gerekiyor.
BAŞKALARININ ÜRETEMEDİĞİ KATMA DEĞERİ YÜKSEK MAL VE HİZMETLERİ ÜRETİP SATMALIYIZ
AKP ile beraber tüketime disiplin verilmeye başlanıyor. Üretime ağırlık veriliyor. Ama kalıcı bir çözüm uzak görünüyor. Yabancı ülkelerin talep ettiği mal ve hizmetleri üretme kabiliyetine sahip olamadığımız için sürekli dış ticaret açığı vermeye devam ediyoruz. Ekonomik anlamda ne kadar iyi bir iktidar olursa olsun, bu açığı vermeye devam ediyoruz. AKP enflasyonu baskı altına almış, üretimde önemli bir artış var. Makro dengeler yerine gelmeye başladı. Makroekonomik göstergeler iyi. Fakat dış ticaret bilançosundaki açıklar sebebiyle paranın istikrarını uzun süre koruyamazsınız. Yani yabancı paraların değeri yükseldiği zaman enflasyonla mücadele edemezsiniz. Bunu nasıl durdurabiliriz? Üç yol var; bir an önce başkalarının üretemediği katma değeri yüksek mal ve hizmetleri üretip satacağız, ciddi döviz gelirleri elde edeceğiz. Küçük üreticilerin ve esnafın giderek bozulan ve toparlanması imkansız görünen durumunu da unutmamak gerekir. Liberal Kapitalist süreç bu kesimin ortadan kalkmasına neden oluyor. Halbuki Türkiye'nin yüzyıllardır süregelen geleneği ve iktisadi yapısı böyledir. Bu kesimin önemli bir oran teşkil ettiğini düşünürseniz, gelecekte ciddi sıkıntılı günlerin siyasi ve iktisadi kurumları beklediğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Bir de 50 senedir yapamamışsınız. Hemen olmuyor bu işler. Borç alacaksınız, yabancı sermayeyi çekip döviz sokacaksınız ülkeye. Zaten yabancı sermaye girişleri de arttı. Şimdilik buradan elde edilen dövizlerle cari açık sorunu krize girmekten kurtarıyor bizi. Bakalım kalıcı, yapısal tedbirler ne zaman alınacak ve sonuç verecek? Umutla bekliyoruz. Ancak mevcut iktisadi sistemle bunu başaracağımıza inancım son derece az…
Yabancı sermaye girişleri iki yöntemle sağlanıyor. Birincisi, doğrudan yabancı sermaye, ikincisi dolaylı yabancı sermaye. Doğrudan olan, firmaların kurulmasıyla veya var olan firmaların satışıyla gelen yabancı sermayedir. İkincisi, portföy adını verdiğimiz kamu kağıtları, yani hazine bonosu, tahvil ve hisse senedi gibi kağıtlarımıza gelen yabancı sermaye. Buna sıcak para diyoruz. Kolay gelir, kolay gider. Ama öbürü girdikten sonra kolay dönemez. Dolayısıyla doğrudan yabancı sermaye kapılarının açılması bizim soluğumuzu biraz daha uzatıyor. İçeriye 78 milyar dolar girdi. Türkiye, tarihinde ilk defa bu kadar döviz rezervi gördü. Bu rezervler bol olduğu için döviz fiyatları yükselmiyor. Böyle bir şeye alışık değiliz biz. Döviz fiyatları gün be gün artardı. Artmaması bir takım dezavantajlar getiriyor. Mesela ihracat artış hızı düşerken, ithalatta artış devam ediyor. Eğer yabancı paranın değeri yükselseydi dışardan gelen özellikle enerji girdileri, teknoloji, bilgi, hammadde, petrokimya ürünleri… hep dışardan geliyor. Bunlar çok temel girdiler. Bunların fiyatları artmış olacak, siz ona daha çok bedel ödeyeceksiniz. Bunlara bağlı olan iç tüketim mallarının da fiyatları artmış olacak. Yani bu döviz açığı tekrar enflasyona neden olacak. Ekonomideki hedefler; fiyatları istikrarlı tutmak, tam istihdamı gerçekleştirmek, milli geliri artırmak, adil gelir dağılımını sağlamak ve ödemeler bilançosunu dengede tutmaktır. Bu beş temel hedefe varmak için iktisat politikaları ve bunların kullandığı bir takım araçlar var. Ancak bu araçları kullandığımızda politika hedeflerinden birini gerçekleştirirken diğerlerini bozabiliyorsunuz. Hedeflerden birini veya birkaçını birlikte gerçekleştirmek imkansız kadar güçtür. Bu, iktisat politikalarının doğal bir sonucudur. Her ülke için de geçerlidir.
YABANCI SERMAYE, DAHA ÇOK FİNANS KURUMLARINA GELİYOR VE ÜLKENİN RÖNTGENİNİ ÇEKİYOR
Ama bir de şu tarafı var. Küresel büyük sermayeyi çekebilmek için onların talep ettiği siyasi ve hukuki düzenlemeleri yapmak gerekiyor. Bu da ülkenin maniplasyonlara açık olması anlamına geliyor.
Yabancı sermayenin gelişi anlattığımız biçimiyle makul. Özellikle doğrudan sermaye geldiği zaman istihdam yaratıyor, üretim yaratıyor, bizim kaynaklarımızı kullanıyor. Üretim yaptığı için de bu topluma zenginlik aktarıyor. Karşı cevap olarak şu söylenebilir: Kâr transferi ne olacak? Elbette kâr transferi olacak. Burada çok ciddi bir sorun yok aslında. Siz güçlü olursanız yabancı sermayeye açabilirsiniz. Ama sorun şurada; Türkiye'ye gelen yabancı sermaye finans kurumlarına geliyor, bir. Kârlı kurumlara geliyor, iki. Niye kârlı kurumları siz yönetmiyorsunuz da yabancılara veriyorsunuz? Finans kurumu sizin röntgeninizi çekmek anlamına geliyor. Bu ülkede ne kadar para var, hangi grup insanlarda para var, gelir seviyesi nedir? Krediler hangi sektörlere kullanılıyor? Finans kurumlarından bizim gücümüzü ölçüyorlar. Bunu finans kurumlarından rahatlıkla görebilirler. Bu çok tehlikeli. Bizim canımıza okuyabilirler. Finans kurumlarıyla, reel kurumları birbirinden ayıramazsınız zaten. Finans sektörü bu işin can damarıdır. Reel sektörle oynadıklarında bütün dengeleri oynatabilirler. Esas tehlikeli olan bu… Çok hızlı ve pervasız bir şekilde girdi yabancı sermaye. Liberalizme göre bunda sorun yok. Kontrollü bir ülkede de bu sorun olmaz. Ama bizde kontrolsüz bir biçimde girdi. Bizim finans sektörümüzün en güçlü alanlarını ele geçirdiler. Korkuyorum ki, yarın kamu bankalarını da alırlarsa. Ziraat Bankasını, Halk Bankasını ve Vakıflar Bankasını alırlarsa. Bunların satışında hükümetin ağır davranmaya başlaması sevindirici. Ama bunları da alırlarsa, sizi kontrol etmeleri çok kolay demektir. Zaten bütçenizi kontrol ediyorlar, dış ticaret bilançonuzu ellerinde gibi kontrol ediyorlar, bir de finans sektörünü. Finans sektöründen de reel sektörü. Örneğin size kredi verecek. Krediyi istediği üretime verir istemediği üretime vermez. Ben teknoloji üreteceğim, vermez. İnşaat yapacağım, verir. Turizm sektörü işleteceğim, verir. Katma değeri yüksek ürünler üreteceğim, sıkıntı çıkarır.
Üretim ve tüketim dengesi ellerine geçmiş oluyor. Neyi üreteceğine ve ne kadar tüketeceğine karar veriyorlar.
Aynen öyle. Finans sektörü bu sebeple önemlidir.
Müslümanlar kapitalizmi çok net eleştirebilirken; Amerika'yla siyasi ve iktisadi ilişki kurarak neo-liberal politikaları uygulamakta çok mahzur görmüyorlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belki iki şekilde Müslümanların bu işe teşne olduklarını söyleyebilirim. Bir tanesi partiler ve yöneticiler bazında, başka çare olmadığı için bu politikaları kabul ediyorlar. Uluslar arası ilişkiler ve anlaşmalar dolayısıyla kabul etmek durumunda kalıyorlar. İkincisi zenginlik, Müslüman, Müslüman olmayan ayrımı yapmaz. Kolay zenginlik herkesin hoşuna gider. Toprağa bağlı küçük bir çiftçiyken; liberal ekonomi sayesinde dünyaya açılıp ticaret yapabiliyor. Para kazanıyor, geçimini temin ediyor. Ama geçimini temin ederken; büyük şirketler kurmak, uluslar arası şirket konumuna gelmek hayali bile kuramaz. Çünkü bu şekildeki zenginlik, köklü ve tabiri yerindeyse gerçek bir zenginlik değil. Bunu tüm gelir artışına rağmen hala ülkemizin yapısal bir dönüşüm sağlayamadığından anlayabiliriz. Hem dış ticarette hem de dahili üretimde yapısal dönüşüm sağlanamamıştır. Buna karşın iç ve dış borçlar sürekli artmaktadır. Zenginliğimizin kaynağında dış tüketimin payı önemsenmeyecek orandadır. Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum ve Çok kötü durumda olduğumuzu da söylemek istemiyorum ancak gerçeklerin ortaya konması, özeleştiri yapmak açısından kaçınılmazdır.
Ama onlar gibi olabileceğine dair de bir inanç taşıyor veya sistem olabileceğine inanmasını sağlıyor.
Evet, ama mümkün değil. Her şeyden önce yapılarımız farklı ve mutluluk için de Batılı bir ekonomik yapı şart mıdır? Sorusunu kendimize sormamız gerekir.
İSLAM ANLAYIŞININ ALLAH'IN BİRLİĞİ, ADALETİN TESİSİ VE FIRSAT EŞİTLİĞİ KONUSUNDA KESİN SINIRLARI VAR
Konuşmanız boyunca Doğu toplumlarının kendi çözümlerini kendilerinin üretmesine vurgu yaptınız. Neo-liberal politikalar ithal edileceğine, halklar kendi dinamiklerinden hareketle kendi sistemlerini üretebilirler diyorsunuz. Bu anlamda İslam ekonomisi bizim coğrafyamızda söz konusu politikalara alternatif olabilir mi? Böyle bir potansiyel görebiliyor musunuz?
Biz İslam ekonomisinin ne olduğunu tam olarak ortaya koyamadık ki. Eğer İslam Ekonomisi'nden söz edeceksek, mevcut ekonomiden çok farklı bir teorik yapısı olmayacaktır. Sadece Allah'ın birliği, adalet ve fırsat eşitliği konusunda kesin sınırları olduğunu söyleyebiliriz. Onun da uygulayıcılarına göre farklılıkları olabilir. Daha merkeziyetçi veya daha serbest olabilir. İslam'ın böyle bir katı tutumu yoktur. Kur'an ve Sünnet'in ekonomi teorisine ilişkin ayrıntılar vermediğini ve vermesinin beklenemeyeceğini söyleyebiliriz. İslam sınırları belirler. O sınırlar içerisinde ülkenin gelenekleri, coğrafi yapısı, sosyal yapısı, insanların tutum ve davranışları, adetleri, örfleri dikkate alınır ve bu sınırlar çerçevesinde ekonomi politikaları oluşturulur. Bunlara uygun bir iktisadi sistem geliştirilir.
FIRSAT EŞİTLİLİĞİ, ADALET, TOPLUMUN KORUNMASI, İNSANLARIN ZARAR GÖRMESİNİN VE EZİLMESİNİN ENGELLENMESİ ÇOK ÖNEMLİ
Peki, bu sistem mevcut sisteme, liberalizme karşı alternatif hükümler getirebilir mi?
Mutlaka bir alternatif olur. Ama İslam ekonomisi veya başka bir ekonomi şunun için ortaya çıkmaz; sosyalizmin veya kapitalizmin karşısına çıkma. Kapitalizmin, sosyalizmin arızalarına alternatif çözümler için ortaya çıkması gerekir. Adının İslam ekonomisi olması da onun sadece Allah'ın hudutlarını dikkate aldığıyla ilgilidir. İçini siz doldurursunuz. Mesela İran, ekonomi konusunda merkeziyetçidir. Marksizm'e yakındır. Ekonomide serbestlik de merkeziyetçilik de geniş bir yelpazede gerçekleşebilir. Bu konuda birbirinden çok farklı uygulamalar olabilir. Ancak hangi sistem ve uygulama olursa olsun; fırsat eşitliliği, insan haklarının korunması, birilerinin ezilmesinin engellenmesi önemlidir.
Yani devlet denge kurucu oluyor ve yine merkezi bir yerde duruyor.
Her halükarda devlet önemlidir. İster düzenleyici konumda olsun, isterse bizzat ekonominin içinde yer alsın Bazen kamu, iktisadın içinde doğrudan olabilir, bunda bir mahzur olmayabilir. Bazen kamu, iktisattan elini çeker, özel sektöre bırakır. Ama iyi denetler.
ASGARİ YAŞAM ŞARTLARI EN FAKİR İÇİN DE SAĞLANMALIDIR
Amaç adaleti, adil dağılımı sağlayabilmek?
Evet. Esas olan budur zaten. Bakın, karşıda görüyorsunuz. Bir tarafta gökdelenler, bir tarafta gecekondular var. Düalist bir yapı var. Bu yapı aslında bizim gelir farklılıklarımızı, dengesizliği gösteriyor. Dünyada da böyle bir fark var. Buradaki fark o kadar olmamalıdır. Asgari yaşam şartları en fakir için de sağlanmalıdır. Zenginliğin sınırı yok. Biz asgari standardı oluşturamadık. İnsanlarımıza geliri adil dağıtamadık. Çünkü kapitalizm rüzgarının arkamıza aldık. Böylece toplumda adil bir gelir dağılımı sağlayamıyoruz. Sosyalist ekonomilerde gelir dağılımı liberal ekonomilerden her zaman daha iyidir. Ancak toplam zenginlik açısından liberal ekonomiler ileridedir. Liberal ekonomilerde toplum zenginleşiyor. Ama adil gelir dağılımı yok. Bir kişinin gelirindeki artış, diğerlerinin de pay alması anlamına geliyor, global baktığınızda. Ama şehir ve kasabalar için ayrı ayrı gelir dağılımı analizi yaptığınızda, uçurumların olduğunu görürsünüz.
SERBEST TİCARET İLKELERİ DÜNYAYI MUTLU ETMİYOR
SSCB'nin dağılmasından sonra ABD'nin ve onun temsil ettiği neo-liberal politikaların dünyada gittikçe etkin olduğuna şahit oluyoruz. Neo-liberalizmin getirdiği "piyasaları rekabet düzenler" ilkesi ve "serbest ticaret" ilkeleri üçüncü dünya ülkelerini nasıl etkiler?
Sovyetlerin dağılması Amerika'yı daha çok güçlendirdi. Gördüğünüz gibi liberalizm iyi bir sistem ki, sosyalizm dayanamadı diyor. Sosyalizmin başarısızlığı, onun mutlak anlamda başarısız olmasından değildir. Mesela 20 sene sonra, 50 sene sonra sosyalizmin tekrar revaç bulmayacağını kimse söyleyemez. Neo-liberal politikalar Sovyetler Birliği ve Demir Perde Ülkelerinin dağılmasından sonra hızla yayıldı. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu politikalar gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkelerini gelişmiş ülkelere daha fazla bağımlı yapmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Elbette belirli düzeyde zenginleşeceklerdir ancak zaten bu zenginlikleri doğal olarak zaman için olacaktı. Hangi sistemi uygularlarsa uygulasınlar, dünya zenginleşirken onların bundan pay almamaları düşünülemez.
Veya başka bir sistemin… Tarihin sonu gelmedi yani.
Evet. Tarihin sonu gelmedi. Bu yanlış bir düşünce… Serbest ticaret ilkeleri dünyayı mutlu etmiyor. Kaynakların etkin dağılımını sağlamıyor aksine bozuyor. Mesela Türkiye'de serbest ticaretin bölgesel bir benzeri var; Gümrük Birliği. Avrupa Birliği'ne üye olmadan 1996 senesinde Gümrük Birliğine girdik. Gümrük Birliği, Avrupa Birliği üyeleriyle Türkiye arasındaki ticaretin serbest bırakılması, gümrüğün kaldırılması anlamına gelmektedir. Zaten Avrupa bizim mallarımıza gümrük koymuyordu ki. Biz onların mallarına gümrük koyuyorduk. Bizim yurt içinde üretilen ürünlerimizi (özellikle otomotiv sanayi, makine sanayi), sanayi malları özellikle korunmaya çalışılıyordu ki, onlarla rekabet eder hale gelsin. Ama 96'da kapılarımızı AB'ye açtık. Rahatlıkla ürünlerini getirdiler. Bizim sanayilerimiz hiç palazlanamadı. Tabii burada bizim sanayicilerimizin kabahati çoktur. Bunca yıl korunmalarına rağmen, rekabetçi duruma gelmediler. Çünkü ürünlerin iç pazardaki fiyatları yüksekti ve çok kazançlıydı. Bu sebeple de kalitesis malları üretmeye devam ettiler. Yani ahlaki bir sorun da var burada…
AB Gümrük Birliği'ne tarımı dahil etmedi. Üye ülkeler dışından tarım ürünlerinin ithalatı onlarda yasak. Tarımda biz güçlüyüz. Niye açmıyorlar kapılarını? Biz tarım konusunda eğer onlarla serbest ticarete girebilseydik tarım ve tarımla ilgili ürünlerde uzmanlaşabilirdik. Örneğin Hollanda bu konuda oldukça güçlü bir yere geldi. Önce tarım üretiminde güçlendi ondan sonra da tarım üretiminin mühendislik yanıyla, gen mühendisliğiyle ilgilendi ve şu anda dünyanın bir numaralı ülkesi haline geldi. Tarım ve hayvancılıkta artık laboratuar gibi görebiliriz Hollanda'yı. En fazla makalenin ve bilginin üretildiği ülkedir. Küçük ülke olmanın mahzuru yok, yeter ki güçlü olun bilgi bakımından. Bir dış ticaret firması yetkilisi şöyle bir şey söylemişti bana: İsrail'den 60 kg. hibrit tohumu ithal ettik. Buna karşılık 4 TIR dolusu tekstil ürünü gönderdik. Düşünebiliyor musunuz? 30 kg bir elinize, 30 kg bir elinize alıp götürebilirsiniz. İbrit tohumu dediği bu domatesin biberin çekirdekleri. Domatesin çekirdeklerinden eskiden yeniden domates üretilirdi. Şimdi üretilemiyor. Bir kere kullanılabiliyor. Ama 60 kg tohumla belki İstanbul'u doyurabilirsiniz. Bu başka bir şey... Fakat bir laboratuar ortamında sadece iki üç kişinin ürettiği hibrit tohumunu veriyor, binlerce dolaylı etkisiyle de yüz binlerce kişinin çalışıp ürettiği tekstil ürünlerini satın alıyorlar. Bu kadar uçurum var aramızda. Sadece biz değil. Dünya böyle. Bu yüzden uluslar arası alanda da serbest ticaret, özgürlük getirmez. Tam aksine, onların özgürlüklerini kısıtlar. Özgürlük burada güçlü üretim oluyor.
Siz daha iyi bilirsiniz, tek tip tohum kıtlık getirirmiş. Sistemleri de belki buna benzetebiliriz. Dünya siyasetindeki tek kutupluluk da benzer bir etki yapıyor.
Evet, benzetebiliriz. Teklik bir güçtür ve aynı zamanda zafiyettir. Tek başına güçlüysen, diğerlerini etkin altına alırsın doğal olarak. Ama insanların güzel yanlarını öne çıkarabilselerdi. Bir ülke düşünün, monarşi ama insanlara adalet, mutluluk dağıtıyor. Bu açıdan baktığınızda bir ülkenin demokrasiyle yönetilmesinin de önemi kalmıyor. Bir ülkede adalet yoksa demokrasi ne ifade eder ki. Adil bir kral, demokrasiden daha iyi olabilir. Demokrasi de zaten kapitalistlerin elinde bir oyuncaktır. Sizi istediği gibi yönlendirir. Yüzde 5'i yüzde 50'ye çıkarır, yüzde 50'yi yüzde 3'e indirir.
KENDİSİNE HİÇBİR RAKİP İSTEMEYEN BİR KAPİTALİST, GERÇEK MANADA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN ÇOĞALMASINI DA İSTEMEZ
Günümüzde özelleştirmeye hız verilirken, devletin sosyal hizmetlerdeki rolü gittikçe azalıyor. Aynı sürece paralel olarak; "sivil toplum" vurgusunun öne çıktığını görüyoruz. Bu gelişmeleri neo-liberal politikalar ve bizim toplumuza uygunluğu açısından değerlendir misiniz?
Sivil toplum örgütlerini şöyle değerlendirmek lazım… Bireyler nasıl güçlü kapitalistler tarafından sınırlandırılıyorsa sivil toplum için de aynı şey geçerlidir. Şuna inanabilir miyiz? Güçlü uluslar arası firmalar, her zaman sivil toplumun güçlenmesini ve kendilerine hatalarını hatırlatmalarını ister. Diyelim ki, çok sayıda sivil toplum örgütü oluşuyor. Diyorlar ki, siz çevreyi kirletiyorsunuz, dünyaya zarar veriyorsunuz, iklimi değiştiriyorsunuz. Üretiminizi hemen durdurun. Ne yapıyor o şirket? O sivil toplum örgütünün canına okuyor. Ne gariptir ki, mesela uluslar arası çevreci örgütler, büyük uluslar arası petrol şirketleri tarafından finanse ediliyor. Demek ki, Liberal Kapitalistler eğer sivil toplum örgütlerinin artmasını istiyorlarsa, onları daha kolay izleyebilmek içindir. Bireylerle tek tek uğraşmak daha zordur. İşte, arzu edilen sivil toplum örgütü budur. Naylon örgütler. Gerçek anlamda ve hiçbir şirket tarafından finanse edilmeyen sivil toplum örgütlerinden oluşan toplumdur sivil toplum. O da Kapitalizmin hoşuna gitmez. Kendisine rakip istemeyen bir kapitalist nasıl sivil toplum örgütlerinin çoğalmasını isteyebilir ki? Sadece bunu argüman olarak kullanır. Kendisi kontrol ettiği sürece varlığına izin verir. Hayır işleriyle ilgilensinler. Devlet işlerine, iktisadi meselelere, uluslar arası iktisadi meselelere karışmasınlar. Ayrıca hayır kurumlarının yaşaması, devletin yükünü almak bakımından önemlidir. Çünkü onun yapamadığını yapar bu kurumlar.
BAZI SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ, SİSTEM KARŞITI TEPKİLERİ DENGELİYOR
Mesela son yaşanan ekonomik krizi toplumun her şeye rağmen hafif atlatmasının altında bu kurumların da payı var. Bu anlamda çarkın dönmesini sağlayan, sistemi işler kılan bir tarafları var.
Kesinlikle doğru. Devlet, üstesinden gelemediği bazı işleri hayır kurumlarının üstüne atmış onlara da müdahale etmiyor. Halbuki bu kurumların iyi denetlenmesi gerekir. Güçlü ülkelerin de üzerinden yükü alıyor. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde ne kadar fakir, yoksul, muhtaç, varoş mahalle insanının sayısı artarsa önce kendi ülkelerine karşı sonra da o ülkenin ilişkide olduğu güçlü ülkelere ve sistemine karşı, tavır alınacaktır. Terörist faaliyetler olmaya başlayacak. Hiçbir ülke bunu istemez.
Bu kurumlar emniyet sibobu oluyor.
Evet. Amerika'da yüzlerce binlerce vakıf, dernek var hiç akla gelmedik konularda. Sistemin açıklarını kapatıyor, onu tamir ediyor ve sistem karşıtı hareketleri engelliyorlar. Yani barajın kapakları açılıyor ve taşması engelleniyor bu kurumlarla.
Bunların olması gerekir mi? Siz öyle bir sistem kurarsınız ki, adil bir siyasal ve ekonomik sistem olur. Onun içinde bu kadar çok hayır kurumuna izin vermeyebilirsiniz. Bireysel olarak yapılır hayırlar. Önemli olan insanların mutlu olması değil mi? İktisaden, ruhen yani madden ve manen mutlu olması. Bir de eşitliklerin var olduğu bir sistem. Eğitimde, sağlıkta, adalette, kısaca vatandaşlıkta fırsat eşitliğinin mutlaka olduğu… İnsanların birbirine zarar vermesinin engellendiği bir iktisadi ve siyasal sistem kurduktan sonra bunun adına ne derseniz deyin. Bir önemi yok.
Amerika 300 milyon nüfusa sahip. 70 milyonu karton kutularda yaşıyor. Şu adalete bakın. Türkiye ona göre çok daha mutlu bir ülke. Mutluluk sıralaması yapılıyor zaman zaman. Mutluluk sıralamasında 176 ülke içerisinde ilk 10 ülke Güney Amerika ülkeleri. Küba, Peru, Kolombiya, Brezilya, Arjantin… Türkiye sıralamada gittikçe aşağı kayıyor. Türkiye'nin geliri arttıkça, mutluluk sıralamasındaki yeri geriliyor. Gelişmiş ülkeler 50. sıradan sonra geliyorlar. Nasıl izah edeceksiniz bunu? Demek ki, zenginlik eşit değildir mutluluk. 20 bin dolarım olmasın, 5 bin dolarım olsun ama insanların yüzü gülsün. Herkesin altında bir araba olmasın, toplu taşıma araçlarını kullansınlar ama insanlar mutlu olsunlar.
Görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.