Şiddet sarmalında Suriye ve yayılan şiddetin Psiko-Felsefesi
Büyük insanlık krizini yaşıyoruz ve bireyin hayatının anlamsızlaştırıldığı bir vahşet çağının tam ortasındayız. Bir önceki yüzyılın kutsadığı bütün değerler tepetaklak veya ayaklar altında artık.
İnsan araçsallaştırılırken, dramlar istatistiklerde şimdilik yer alırken ve belki de çarpıtılan tarih kitaplarında ismen bile anılmayacak. Daha düne kadar, ekmeğinin peşinde, günlük rutini izleyen, akşamları da nehir kıyısında çaylarını yudumlayan, nargilelerini çeken Suriye halkının bu görüntüleri birden bire siliniverdi. Ölüm bir yandan sıradanlaşan ‘adiyattan’ bir görüntüye dönüşürken, diğer yandan kutsallaştırılarak yeni ölümlere iknanın bir aracı olmaya ve şiddet sarmalı beş yıldır Suriyeyi kasıp kavurmaya devam ediyor. İnsan hayatının anlamsızlaştığı, Medya tarafından ölümün görselleştirildiği ve diğer insanlara sunulacak bir meze/malzeme haline getirildiği, vahşet dolu savaş sahnelerinin, bir film stüdyosu gibi algılandığı karanlık bir çağda yaşıyoruz.
Aslında her insanın ölümü bir dram değil midir? Kimin ve niçin öldürdüğünün bir noktadan sonra hiç bir anlamı kalmıyor gerçekte. Nazi Almanyasının gaz odasında haksız yere öldürdüğü Yahudi çocuğu, Stalin’in sürgünlerinde tren vagonlarında havasızlıktan ölen Tatar, İngus, Çeçen veya Ahiskalı, Bosna’da kuşatmada snaypir ateşiyle öldürülen bir çocuk, bugün Suriye’de ağır bombardıman altındaki evlerin enkazından çıkarılan çocuklar, Irak’ta, Nijeryada, Guatemala’da, Vietnam’da veya dünyanın herhangi bir diğer yerinde mazlumen öldürülmüş insanlar...
Bugün, hemen yanıbaşımızda Ortadoğu’da, geciken barış ve huzur, sadece bölge için değil, bütün dünya için gerekli. Dünyanın herhangi bir yerinde oluşan veya oluşturulan dengesizlik, dünyanın diğer yerlerine hızla sirayet eden beklenmedik dengesizlikler doğuruyor.
Kimin kiminle ve ne adına savaştığı çoktan birbirine karışmış olan Suriye’de, meşruiyetini yıllar öncesinde kaybetmiş olan bir yönetimin, halkın oluk oluk akan kanına rağmen inatla koltukta tutulması, bu karanlık zeminin beslenmesini ve aşırılığın zemin bulmasını kolaylaştırıyor. Patlayan her bomba onlarca hayatı karartırken, bir aileden geriye kalan tek insanın veya yetimlerin psikolojileri, savaşın bitiminden sonra sadece bir istatistikî bilgi olarak kalmaya devam edecek. Geriye kalanların, hangi hatıraları ve travmaları geleceğe taşıyacaklarını ise ancak zaman gösterebilir.
Suriye’de bu haksız ve dengesiz savaş sürdükçe göreceğimiz tablo, bir yanda Akdeniz sahillerindeki korunaklı muhkem kalelerinde sevgili yandaşlarıyla birlikte yaşamaya devam edecek olan gayri meşru rejim. Diğer yanda ise, özgürlük iddiasıyla savaşa girişen ortalama Suriye halkı. Ama farklı adları taşıyan üçüncü bir grup daha var ki, güya zulmun karşısında olup da perdearkasında karanlık pazarlıklar yapanlar, birbiriyle savaşıp durmaktan başka bir işe yarayamayan danışıklı doğüşçüler, lejyonerler, parali askerler...
Ne gariptir ki Suriye’de savaş ve ölümler, zalim Esed rejimi ve yandaşlarının topraklarında değil, tam aksine, güya hakları savunulan insanların sokaklarında devam ediyor. Ve bütün bu keskin yapıların varlığı, bütün dünyanın orayı işgal etmesi ve Esed’in kalması için iyi bir bahane oluşturuyor. Dünya, mazlumların uğradığı haksızlıklar yerine, ekstremist grupların benzeri görülmemiş derecede vahşi ve sansasyonel eylemleriyle kamuoyunun dikkatleri başka yerlere çekildi. Suriyedeki rejime karşı özgürlükçü hareketler yerine İslam adına gölge düşürecek kasıtlı görüntüler, İslam’a saldırı ve savaş psikolojisinin algı yönetiminin malzemelerini oluşturdular.
Aşırılığı ve şiddeti besleyen, bizzat şiddetin kendisidir. İnsanların en temel ihtiyacı olan güvenlik, can ve mal emniyeti, gelecekleri hakkında hayal kurabilme hakları elinden alındığında, aşırılık (ekstremizm) ve radikalizm rahatlıkla zemin bulabilir. Dünyanın her köşesinden idealleri devşirilmiş, kandırılmış insan kitleleri, Hikayenin sonunda, sahillere vuran çocuk ve bebek cesetleri, rakamlara dökülerek değersizleştirilmiş insan yığınları, kaybolmuş ümitler, yitirilmiş gelecekler...
İslami, sosyal gerçeklikten veya günlük pratikten çıkararak ideolojik bir araca rahatlıkla dönüştüren yeni, bünyeye yabancı ve anlaşılması güç yapılar, İslam adına savaş yürüttükleri iddiasındalar. Kaybedecekleri hiç bir şey olmayan, dünyadan ve hayattan ümidini kesmiş, bazen para, bazen de heyecan saikiyle arayış içindeki maceracı insanları dünyanın her yerinden rahatlıkla toplayabiliyorlar. Güya İslam adına yapıldığı iddia edilen Paris ve Sarajevo vb. saldırıların sonuçta neye hizmet ettiklerini anlamalarını bu insanlardan beklemek boş bir uğraş olur. Bu insanların, arka planda kimler tarafından ikna edildiği, teşvik edildiği, nasıl bu kadar organize olabildiği ve rahatça silahlanabildikleri, güçlü istihbarî takiplerden nasıl kaçabildikleri ise tam bir muamma.
Kafkasya’nın bir köşesinden, Türkistan’ın bir ucundan, Kuzey Afrika’dan insanlar, kimlere teslim olduklarını bilmeksizin, içini başkalarının doldurduğu bir kelime veya ideal olarak ‘cihat’ kavramının peşinde ülkelerini, rahatlarını terk ederek bir bilinmeze koşuyorlar. Suriye’ye rahatlıkla ulaşabilen bu insanların sanki, bu savaş bölgesine ulaşmalarını kolaylaştırmak için herkes seferber. Bu insanlar tekrar ülkelerine dönmek istediklerinde muhtemelen geri kabul edilmeyecekler ve her zaman pot ansiyel suçlu olarak görülecekler.
Bu kadar macera peşinde insan, ancak müslüman coğrafyadan ve olsa olsa Güney Amerika’dan toplanabilir. O halde, bu zeminin ayrıca sorgulanması ve neden böylesi bir zihni zeminin var olduğuna da kafa yormak gerekir. Gelecek kuşaklar için emin, huzurlu ve barış içinde, masumların ölmediği bir dünya talebi, herhalde herkesin ortak talebidir. Korkarım ki, bu ‘akla zarar’ şiddet mantığıyla planlı ve organize şiddet üretildikçe, bunun karşısında yeni şiddetler doğacak ve Dünya artık herkes için güvenli bir mekan olmaktan çıkacak.