banner39

12.10.2015, 08:32

Suriye'deki ölüm makinesinin içinde

Sadece Caesar olarak bilinen eski Suriye ordusu fotoğrafçısı, 2011 ve 2013 arasındaki iki senede Beşşar Esad’ın hapishanelerinde işkence edilerek öldürülen binlerce tutuklunun fotoğraflarını kopyalamak için Şam’da polis bilgisayarını kullandı. Medyada kendisi ve ailesinin hayatını büyük bir tehlikeye atarak, insanlığa karşı işlenen suçların şaşırtıcı delillerini ülke dışına kaçırmayı başaran bu adamla ilgili sayısız haber yayımlandı ama şimdiye kadar kimse onunla mülakat yapamamıştı.

Halen ismi gizli tutulan bu adam iki sene boyunca işkence gören, aç bırakılan ve yakılan kişilerin cesetlerinin fotoğraflarını çekti. Onun görevi, tutukluların ölümlerini belgelemek için cesetlerin fotoğrafını çekmekti. O daha sonra gizlice fotoğrafları kopyaladı ve onları ofisinin dışına çıkarabilmek için USB belleğe yükledi. Ayakkabısına veya kemerine gizlediği belleği de fotoğrafları yurt dışına çıkarması için bir arkadaşına verdi.

IŞİD teröristleri yaptıkları zulümleri sosyal medyalarında sergiliyor, Suriye devleti ise rezilliklerini zindanların sessizliklerinde gizliyor. Caesar’dan önce içeriden hiç kimse Suriye’deki ölüm makinesinin mevcudiyetiyle ilgili delil ortaya koymamıştı. Fotoğraflar ve belgeler, kahredici mahiyette.

Caesar’ı mutlaka bulmalıydım. IŞİD tarafından kaydedilen olağanüstü ilerlemeler ve kendisine bağlı teröristler tarafından giderek artan sayıda gerçekleştirilen saldırılar Suriye rejiminin işlediği zulümlerin ortaya çıkmasını bastırıyor. İhtilaf daha şimdiden 220.000’den fazla kişinin ölmesine yol açtı. Ülkedeki tüm sivillerin yarısı evlerini terk etmek zorunda kaldı, diğerleri de bombalandı, kasabaları ve köyleri Esad’ın ordusu tarafından kuşatıldı, Caesar’ın resimleri Şam’ın kötülüklerini yeniden ana sahneye getirebilir. O, mutlaka bulunmalıydı. Tüm dünyadan gazeteciler onu arıyordu. Onu bulmanın zor olacağını biliyordum, oldu da. İki kere neredeyse vazgeçiyordum. Ama devam ettim. Çünkü bu adamın konuşturulması zaruriydi. Rejimin kalbindeki dehşeti anlayabilmemiz için onun şahitliği çok önemliydi.

Caesar’ı koruyan grup -ılımlı İslamcı muhalefet partisi Suriye Milli Hareketi üyeleri- benim görüşmemizle alakalı yaklaşımımın bir basında diğerlerini atlatma meselesi olmadığını, konuşulamayanlara iniş maksatlı olduğunu anladı. Görüşmemiz Suriyelilere bir ses verecekti ve gelecek nesilleri etkileyecekti. Birkaç ay süren görüşmelerden sonra Caesar’la en yakın iş birliği yapan, iki sene boyunca bu projede onu destekleyen arkadaşı Sami ile görüşmeme müsaade edildi. Sami ile ben Skype üzerinden dört kez saatler süren konuşmalar yaptık. Altı ay sonra Caesar konuşmayı kabul etti.

İlk toplantımız gergin geçti. Onlar savunma pozisyonundaydılar, ben de yanlış bir soru sorup, çok erken ve çok fazla ayrıntı isteyip onları “kaybetmekten” korkuyordum. Ama sonunda Caesar birkaç kez benimle konuştu. Konuşmasını kaydettim. 40 saatten fazla konuştuk. Sonuç, gerçekleri anlatma teşebbüsüdür. Ama bu sadece bir başlangıçtır. İşte bu onun hikayesi:

* * *

Ben Caesar’ım. Şam’da askeri polis fotoğrafçısı olarak Suriye rejimi için çalışıyordum. Ayaklanma başlamadan önce ve ayaklanma sırasındaki ilk iki senede yaptığım işi anlatacağım. Ama her şeyi anlatamayacağım. Zira rejimin, anlattığım ayrıntılardan yola çıkarak beni tanımasından korkuyorum. Ben, Avrupa’da bir mülteciyim. Onların beni bulmalarından ve ortadan kaldırmalarından ya da ailemden intikam almalarından korkuyorum.

Savaştan önce benim işim, suç olaylarının ve askeri personelin karıştığı kaza yerlerinin fotoğraflarını çekmekti. Mesela intiharlar ya da boğulmalar, trafik kazaları, ev yangınları… Ne zaman bir acil durum çağrısı gelse, ben ve diğer fotoğrafçılar hemen gidip olay yerinin ve kurbanların fotoğraflarını çekerdik. Olay yerine vardığımızda tahkikat görevlisi bu şahsın ya da nesnenin fotoğrafını çek derdi. Bizim işimiz onların işini tamamlardı. Örneğin, bir ofiste biri silahla vurulduğunda biz cesedin bulunduğu yerin fotoğrafını çekerdik. Daha sonra biz morga gider, kurşunun vücudun neresinden girip neresinden çıktığını göstermek için cesedin fotoğrafını bir de orada çekerdik. Biz ayrıca tabanca ya da bıçak gibi delillerin de fotoğrafını çekerdik. Bir trafik kazası olduğunda, biz kaza mahalli ve arabayı fotoğraflardık. Sonra ofise dönerdik, fotoğraflarımız kullanılarak bir rapor yazılırdı. Bu rapor daha sonra adli süreç başlatılsın diye askeri mahkemelere gönderilirdi.

O zaman bizim servis aşağı rütbedekiler tarafından büyük rağbet görüyordu. Zor bir iş olmadığı için çoğu bize katılmak isterdi. Bize ancak iki ya da üç günde bir iş düşerdi, askeri üniforma giymek zorunda da değildik. Amirler de fazla hevesli değillerdi. Fotoğrafçılar ve arşivcilerle uğraşmakta prestij yoktu, askeri polisin de istihbarat servislerindekilerin aksine fazla yetkisi bulunmuyordu. Dahası, bizim sivillerle hiç işimiz olmuyordu, bu yüzden örneğin gümrük ya da bakanlık görevlilerinin aksine rüşvet alarak para kazanma ihtimalimiz yoktu. Ve bizim, güvenlik kuvvetleri ve ordu üzerinde herhangi bir nüfuzumuz yoktu.

Hiyerarşide kimse bizim işimize dikkat etmiyordu. Birimimiz hiç hesaba katılmıyordu. Onlarca birimden biriydik. Askeri polisin onlarca departmanı var. Sadece Şam’da en az 30 fotoğrafçı, şoför, tamirci, tutukluları askeri istihbaratın çeşitli seviyeleri arasında nakleden ekip var. Ama elbette en önemlisi, soruşturmalar ve hapishanelerde görevli olanlardır.

Günün birinde bir iş arkadaşım bana, bazı sivillerin cesetlerinin fotoğrafını çekeceğimizi söyledi. O, daha az önce Daraa eyaletindeki (ilk büyük barışçı gösterinin meydana geldiği yer) gösterilerde ölenlerin cesetlerinin fotoğrafını çekmişti. Bu, iç savaşın ilk haftalarında, Mart ya da Nisan 2011’deydi. O bana “Askerler cesetlere kötü davrandı. Postallarıyla ayaklar altına alıp ‘Orospu çocukları’ diye bağırılıyorlardı” derken ağlıyordu.

O gitmek istemiyordu, korkuyordu. Fotoğraf çekmek için beni çağırdıklarında onu altüst eden şeyin ne olduğunu gözlerimle gördüm. Subaylar, ölenlerin terörist olduğunu söylüyorlardı ama terörist değillerdi, sadece göstericiydiler. Cesetler askeri polis karargahına fazla uzak olmayan Tişrin askeri hastanesinde morga kaldırıldı.

Başlangıçta her bir cesedin başına ismini yazıyorlardı, birkaç hafta ya da ay sonra sadece rakam yazmaya başladılar. Morgda bir asker, cesedi dondurucu bölümden çıkarır, fotoğrafını çekmemiz için yere uzatır, sonra da geri yerine koyardı. Bizi fotoğraf için her çağırdıklarında bizden önce bir patolog da orada olurdu. Onlar da bizim gibi üniforma giymezdi. İlk birkaç ay bunlar düşük rütbeli kişilerdi, daha sonra bunların yerine yüksek rütbeliler getirildi.

Onlar hastaneye geldiklerinde cesetlerde ya yapışkan bant üzerine ya da doğrudan cesedin alın ya da göğsüne yazılmış iki rakam olurdu. Bant düşük kalitedeydi ve genelde düşerdi. İlk rakam tutukluya, ikinci rakam onu hapse atan istihbarat servisinin şubesine işaret ediyordu. Sabah daha erken vakitte oraya gelen patolog, cesede tıbbi rapor için üçüncü bir numara verirdi. Bizim için en önemlisi buydu. Diğer iki rakam kötü yazılmış, okunmaz ya da yanlış olabilirdi. Bazen hata da yapılırdı. Patolog tıbbi numarayı bir kartın üzerine yazardı. Bazen o bazen de güvenlik servisinden birileri kartı cesedin yakınına koyar ya da biz fotoğraf çekerken elinde tutardı. Benim kaçırdığım fotoğraflarda gördüğünüz de işte bu ellerdir. Bazen cesedin yanında patolog ya da güvenlik yetkilisinin ayağını da görebilirsiniz.

Patologlar bizim amirlerimizdir. Onlarla konuşmamıza izin yoktur. Onlardan biri bize emir verdiğinde biz emri yerine getiririz. Mesela onlar “1 numaradan 30 numaraya kadar cesetlerin fotoğrafını çekin sonra da gidin” derler. Teşhisin kolay olması için bizim her cesetten birkaç fotoğraf almamız gerekir. Bu fotoğraflardan biri yüz, biri tüm vücut, biri yandan, biri göğüsten, biri bacaklardan olur. Cesetler şubelere göre gruplanır. Mesela askeri istihbaratın 215 nolu şubesi için bir yer, hava istihbarat şubesi için başka bir yer ayrılır. Bu, fotoğraf çekmemizi, sonra da bu fotoğraflardan dosya oluşturmamızı kolaylaştırır.

Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Ayaklanmadan önce, rejim bilgi almak için tutuklulara işkence yapardı, şimdi öldürmek için işkence yapıyor. Mumlarla yapılan yanıkları, insanın yüz ve saçlarını yakan soba yanıklarını gördüm. Bazı insanların vücutlarında derin kesikler vardı, bazılarının gözleri oyulmuştu, dişleri kırılmıştı. Bazılarında kırbaç izleri görebiliyordunuz. Yaralar iltihapla kaplanmıştı. Bu da yaralıların uzun süre tedavi edilmediğini ve yaraların enfeksiyon kaptığını gösteriyordu. Bazen kanla kaplı cesetler görülür, kanın taze olduğu dikkat çekerdi. Bunların yakın bir zamanda öldüğü açık bir şekilde ortadaydı.

Bazen ağlamamak için mola vermek zorunda kalırdım. Gider yüzümü yıkardım. Evde de halim hiç iyi değildi. Değişmiştim. Ben doğal olarak oldukça sakin biriydim ama şimdi kolayca öfkeleniyorum. Gerçekten dehşete kapılıyorum. Gün içinde gördüklerim evde de beni etkiliyordu. Cesetlerin kardeşlerime ait olduğunu hayal ediyordum. Bu da beni hasta ediyordu. Artık dayanamıyordum ve arkadaşım Sami’yle konuşmaya karar vermiştim.

* * *

Caesar işini bırakmak ve kaçmak istemiş. İnşaat mühendisi Sami, onun uzun süren bir aile dostuymuş. Bu ikisi 20 seneden beri birbirlerini tanıyorlarmış. Ama mevcut rejimde hiç kimsenin konuşamayacağı meseleler vardır. Hiç kimse yakın ailesi ya da arkadaşlarına bile sistemi eleştiremez. Buna rağmen Sami’ye sırrını açtı: “İşkence izleri taşıyan cesetler gördüm. Bunların hiçbiri eceliyle ölmedi. Sayıları da her geçen gün artıyor.” Caesar gözyaşları içinde ona sordu: “Şimdi ne yapayım?”

Sami de Suriye’de yıllardır şiddet kullanılarak ölenler olduğunun ve bunların gizli tutulduğunun farkındaydı ve bundan acı duyuyordu. Rejim zindanlarında sessizce ölen tutuklular; öldürülen ve cesetleri ortadan kaldırılan protestocular… O, Caesar’ı vazifeye devam etmeye ikna etti. Çünkü o, sistem içinden delil toplamak için emsalsiz bir konumdaydı. Sami, ne olursa olsun ona yardım edeceğine söz verdi. Genç fotoğrafçı, iki senedir hayatını riske ederek şimdi internette ve Washington DC’deki Holocaust müzesinde gördüğümüz binlerce tutuklu fotoğrafını kopyaladı.

İç savaştan önce de Suriye hapishanelerinde işkence vardı. Tutuklular, serbest kaldıktan sonra bu işkenceleri anlatırlardı. Bu işkencelerin tekrar tekrar anlatılmasını isteyen rejim, bunun başkaları için bir uyarı olmasını, her eve korku salınmasını arzuluyordu. Ama Caesar’ın fotoğrafları, işkence ve ölümlerin rejim tarafından kaydedildiğini ve arşivlendiğini gösteriyor. Bu fotoğraflar, işlenen vahşetin inkarı mümkün olmayan delilleridir. Özgürlük savaşçıları tarafından sokaklarda amatörce çekilen hissi filmlere kıyasla bu resmi dokümanlar insanın kanını donduruyor.

* * *

Onlar bir süre sonra cesetleri Tişrin’dekinden çok daha büyük Mezze askeri hastanesine göndermeye başladılar. Onun resmi adı Hastane 601’dir. Tişrin, ofisimize arabayla beş dakikalık mesafedeyken Mezze’ye gitmek yarım saat sürüyordu. Cesetlerin fotoğrafını Tişrin’de çekmek daha kolaydı. Çünkü orada cesetler morgda, çok dolu olduğu zaman da koridorda gün ışığından uzakta tutuluyordu. Mezze’de ise cesetler kapı önlerine, yere, garaja atılmıştı. Hastane, devlet başkanlığı muhafızlarının konuşlandığı tepenin eteklerindeydi. Bazı fotoğraflarda o tepeyi görürsünüz. Başkanlık sarayı tepenin hemen arkasında bulunuyor. Cesetlerin fotoğrafını çekmenin yanı sıra ben ve iş arkadaşlarım onlar için dosya da oluşturuyorduk. Fotoğrafları bastırmamız, kategorilere göre tasnif etmemiz, kartlara yapıştırmamız ve dosyaya koymamız gerekiyordu. Belli bir usul üzerine çalışıyorduk. Bir kişi fotoğrafları bastırıyor, diğeri yapıştırıyor, bir diğeri raporu yazıyordu. Amirlerimiz raporu imzalıyor, biz de askeri mahkemelere gönderiyorduk. Ayaklanmadan önce askerlerin cesetleri üzerinde çalışıyorduk. Daha sonra aynı işi sivillerin cesetleri üzerinde yapmaya başladık.

Sayılar özellikle 2012’den sonra arttı. Aralıksız çalışıyorduk. Yaptığımız işten sorumlu subay, bize “Niçin iş bitmedi? Cesetler birikiyor. Hadi, çabuk olun!” diye bağırıyordu. O bizim kaytardığımızı zannediyordu ama daha hızlı çalışamazdık. Sürekli cesetler artıyor, birimimizde de fireler oluyordu. Mezze’deki garaj, fotoğraflarını çekmeye zaman bulamadığımız cesetlerle dolmaya başlamıştı. Güneş ışığı ve sıcak sebebiyle cesetler orada iyi durumda tutulamıyordu. Özellikle de cesetler orada birkaç gün bekletilmişse… Askerler bile onlara dokunmak istemiyordu. Cesetlere saygıları olmadığı için postallarının ucuyla cesetleri hareket ettiriyorlardı. Cesetler çürüyordu. Bir keresinde bir kuşun cesedin gözünü gagaladığını gördük. Diğer zamanlarda da böcekler cesetlerin derilerine üşüşmüştü. Ve koku… Dayanamıyorduk, bizi çıldırtıyordu. Üstesinden gelmenin bir yolunu bulmalıydık, sonra bu, günlük hayatımızın bir parçası oldu.

Sabah 8’den öğleden sonra 2’ye kadar çalışıyor, sonra akşam 10’da ofise dönünceye kadar 6 ya da 7’ye kadar mola veriyorduk. Hiçbir şeyi bitirilmemiş bırakmak istemediğimiz için mesaimiz çok uzun sürüyordu. Ertesi gün fotoğrafı çekilecek daha fazla ceset olacağını da biliyorduk.

Haftada birkaç kere fotoğrafları Sami’ye götürürdüm. Ofiste yalnızken fotoğrafları onun bana verdiği bir USB cihazına yüklerdim. Bu sırada sürekli birinin gelip beni göreceğinden korkardım. Ofisten ayrıldığım zaman cihazı ayakkabının ökçesine ya da kemerime saklardım. Eve giderken dört ya da beş kez yoldaki askeri barikatlardan geçerdim. Çok korkardım. Yakalanırsam bana ne olacağını bilmiyordum. Üzerimde askeri kimlik kartı olmasına rağmen askerler beni aramak isteyebilirdi.

* * *

Komünizm dönemi doğu blokunda olduğu gibi, Suriye de her belgeyi, her bilgi kırıntısını kaydedip dosyalıyor. Devlet, herkesten şüpheleniyor ve kurallardan her türlü sapmayı önlemeye çalışıyor. Emirlere uyan, emirlere uyduğunu göstermek zorundadır. İnsanlar, asi, korkak ya da daha kötüsü şeklinde sınıflandırılma korkusuyla üstlerini kurallara uyduklarına ikna etmek mecburiyetindedirler. Aksi takdirde yargılanmadan kendilerini hapiste bulabilirler. Bu yüzden, tutuklular istihbarat servislerinin gözaltı merkezinde açlık ya da işkenceden mi öldüler?... Elbette bu bir sırdır ama olay, tam olarak kayda geçirilip mühürlenir. Bunun yanı sıra tutuklunun eceliyle öldüğünü ifade eden bir ölüm sertifikası da hazırlanır.

Hemen hemen her gün cesetler başkanlık sarayının dibinde sürüklenerek getirilir, gözaltına alındıkları istihbarat servisinin şubesine göre tasnif edilir. Her gün patolog sabah 7 civarında gelir. Elinde dizüstü bilgisayarı ve bir tomar kağıtla bir cesetten diğerine dolaşır. Fotoğrafçı, fotoğrafı bir Nikon Coolpix P50 ya da Fuji dijital fotoğraf makinesiyle çeker. Sonra patolog, cesetteki üç numarayı dosyada uygun sütunlara kaydetmek üzere bilgisayarının başına geçer.

“Şahit” olarak gelen bir asker, ona refakat eder ve ilk sütuna yazılacakları not eder: Yaklaşık yaş, boy, cilt ve saç rengi, dövmesi ya da kurşun deliği… ve ölüm sebebi. Bu, değişmez şekilde ya “kalp krizi” ya da “solunum problemleridir.” Doğal olarak işkenceden hiç bahsedilmez.

Patolog, daha sonra bilgilerin altına bir çizgi çeker ve diğer kişiye geçer. Ortalama olarak her sayfada üç ya da dört ölüyle ilgili bilgi yer alır. Tıbbi rapor, Tişrin hastanesinde patologların ofisinde arşivlenir.

Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad Suriye’yi yönettiğinde, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başlarında 17.000’den fazla tutuklu kayıplara karıştı. Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), iç savaşın başlamasından bu yana 215.000’den fazla kişinin gözaltına alındığını tahmin ediyor. Bunların yaklaşık yarısında akrabaları tutukluların akıbeti hakkında en ufak bir bilgiye sahip değil. SNHR, Aralık 2014’e kadar 110.000 isimden oluşan bir liste oluşturmayı başardı.

* * *

Bu fotoğrafları bilgisayar ekranında görmek, cesetlerin fotoğrafını çekmekten bile daha acı vericidir. Her tarafımız cesetlerle doluyken biz başıboş duramıyorduk. Patolog bizi acele ettiriyor, güvenlik servisinden ajanlar da bizi gözetleyip tepkilerimizi not ediyordu. Suriye’de herkes herkesi gözetler. Bizim soru sormamıza bile müsaade edilmezken, yaralara gerçekten bakmadan fotoğraf çekmek daha kolay oluyordu. Hiçbir şey hissetmemeye çalışmak en iyisiydi.

Ama ofise dönünce zamanımız oluyordu, kimse bizi acele ettirmiyordu. İşte orada biz fotoğrafları bastırırken saplanıp kalıyor, gözlerimizi ondan ayıramıyorduk. Sahne gözlerimizin önünde canlanıyordu. Cesedi net bir şekilde görüyorduk. İşkenceyi hayal ediyor, darbeleri hissediyorduk. Sonra sanki gördüklerimizi hafızamıza daha da sıkı kazıtmak için rapor yazmamız gerekiyordu. Hücrede bir ay geçirdikten sonra tutuklunun yüzü tamamen değişirdi. Öyle ki biz onu tanımakta zorluk çekerdik.

Arkadaşlarımdan biri de gözaltında öldü. Kim olduğunu bilmeden onun cesedinin de fotoğrafını çektik. Çok sonra, babası adına gizlice onunla ilgili araştırma yaparken fotoğrafın bizim elimizden geçmiş olduğunu anladım. Onu tanıyamamışım. Hapishanede sadece iki ay geçirmişti. Bu kişi, demir parmaklıklar arkasına atılmadan önce hemen hemen her gün görüştüğüm biriydi.

Oğlunun gözaltında öldüğünü babasına askeri polis söylemişti. Buna inanmak istemiyordu. Ona bilginin doğru olduğunu söylemek zorunda kaldım: “Askeri hastaneyle temasa geçtim, oğlunun öldüğünü teyit ettiler.” Aslında bizim arşivimizi karıştırmış ve fotoğrafını bulmuştum. Elbette bunu ona söylememe izin yoktu. Gözaltına alınan her kişinin cesedinin, toplu mezara atılmadan önce fotoğrafının çekildiğini kimse bilmiyordu.

Bir gün iş arkadaşlarımdan biri Mezze hastanesindeydi. Cesetler yan yana dizilmişti. Birinin başında durduğunda onun halen canlı olduğunu fark etti. Sessiz sessiz nefes alıyordu. İş arkadaşım cesetleri taşımaktan sorumlu olan askerlere “Bunun da fotoğrafını çekmek gerekiyor mu? Bu halen canlı” diye sordu.

Sonra patolog geldi, öfkeliydi. “Bu ne demek oluyor? O halen canlı. Ne yapmam gerekiyor? Tüm rakamlarım değişecek!” Kızgındı çünkü cesetlerin tıbbi numaralarını zaten dizüstü bilgisayarına kaydetmişti. Bu adam halen hayattaysa bilgileri yeni baştan girmek, bazılarını çıkarmak, yenilerini eklemek gerekecekti. Bir asker ona “Merak etme” dedi. “Git bir bardak çay iç. Gelince işler halledilmiş olur.” O dönünce fotoğraf çekme işini bitirmişlerdi.

Biz başlangıçta tiksindik. İğrendik. Üç ya da dört gün boyunca güçlükle bir şeyler yiyebildim. Sonra bu günlük rutin haline geldi, işimizin bir parçası oldu. Ne yapabilirdik? Hislerimizi açığa vursak tutuklanabilir, işkence görerek öldürülebilir, bu cesetlerin arasına katılırdık. Arkadaşlarımız ve ailelerimiz için de korkuyorduk.

Ekibimde bir düzine kadar fotoğrafçı vardı. Birbirimize destek oluyorduk ama hiçbirimiz birbirimize gerçekten güvenemiyorduk. Bazen aramızda fısıltılı bir şekilde konuşurduk ama rejim aleyhine konuşuyor ya da rejime karşı plan yapıyor gibi görünmemek için ofis kapısını kapatmaya cesaret edemiyorduk. Zaten kapıyı kapatmamıza izin de yoktu. Biz, “Ahirette yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. ‘Suçlu rejimde yıllarca ne yaptınız? Niçin kalmaya devam ettiniz?’ diye sorulursa ne deriz?” diyor, korkuyorduk.

Bu iki sene boyunca iki ateş arasında kaldım. Rejim için çalıştığım için isyancılar tarafından, işkence delillerini topladığım için de rejim tarafından yakalanmaktan korkuyordum. Her iki taraftan da hayatım tehlikedeydi. Ailemin hayatı da tehlikedeydi.

* * *

Sami düzenli olarak Caesar’a USB bellekler verdi. Başlarda bunların kapasiteleri 4GB ya da 8GB idi, sonra 16GB oldu. Caesar bazen bazı fotoğrafları kaçırmış olabileceğinden endişe etti ve tüm ayın görüntülerini CD’ye kaydetti. Bunda da yakalanma riski daha fazlaydı. Sami de önce evindeki bilgisayarın hard diskine, sonra da harici belleğe olmak üzere her şeyi iki kere kopyalıyordu. Evindeki bilgisayara kopyalarken dosyalara rejim ajanı tarafından kontrol edilebileceği endişesiyle alelade isimler veriyordu. İşlem azap verecek derecede uzun sürüyordu ama önemliydi. Nerede çekildiğinin ispatlanması, yaraların analiz edilip ölüm sebebinin bulunması için sadece yüksek çözünürlükteki orijinal fotoğraflar işe yarayacaktı. Hiçbir şeyin kaybolmadığından emin olmak için fotoğraflar hemen internet üzerinden yurt dışına gönderilirdi. Fotoğraflar, transfer hızlı olsun diye bu kez düşük çözünürlükte gönderilirdi. Elektrik kesintileri ve güvenilmez telefon hatları sebebiyle iletişim kaybolabilirdi.

Sami, rejim bulunduğu kasabaya saldırdığında karısını ve çocuklarını daha güvenli bir yere götürdü. Sonra, fotoğraf transferi işinde başından beri kendisine yardım eden arkadaşlarından birini bulmak için geri döndü. Sami’nin bilgisayarını, harici belleğini almışlar, bir çantanın içine koymuşlar, çantayı da çöp yığınının altına gizlemişlerdi. Onu askeri barikatlardan geçirmek çok riskliydi. Havan topu saldırıları başlayıp sokaklarda ilk kez askerler görünmeye başlayınca iki arkadaş yakınlardaki bir evde saklanıyordu. Bir asma tavandaki boşlukta endişeli üç gün ve gece geçirdiler. Sami, ailesini, babasını ve evlerinin çatısında yetiştirdiği tavşanlarını düşünüyordu. Tahtalar arasındaki bir aralıktan etrafta olanları görmeye çalışıyordu. Sami, “Bir gün askerlerin genç bir adama ‘Beşşar’dan başka ilah yok’ dedirtmeye çalıştıklarını gördük. Sonra da onu öldürdüler. Ölmekten korkmuyoruz, bu şekilde ölmekten korkuyoruz” diye konuştu.

* * *

Biz, ölenlerin aileleri, sevdiklerine ne olduğunu öğrensinler diye bu fotoğrafları ortaya çıkarmak istedik. İnsanların hapishanelerde, nezarethanelerde neler olduğunu bilmeleri gerekiyor.Beşşar Esad devrildiğinde, rejimin delilleri ortadan kaldırmak isteyeceğinden emin olabilirsiniz.

Rejim bu fotoğrafları niçin muhafaza ediyor hep merak ettim. Niçin cesetlerle ilgili bu kadar detaylı notlar tutuyor ve fotoğraflarını dosyaya koyuyor? Ben alelade bir insanım, siyasetçi değilim, size basit bir cevap vereceğim: İstihbarat ve güvenlik servisleri iş birliği yapmıyor. Bunlar diğerlerinin ne yaptığını bilmiyorlar. Herkes kendi kurumundan sorumludur ve kurumun menfaatleri için çalışır. Askeri polis 50 yıldır, askeri mahkemelerde lazım olabilir diye askerlerin kazara ölümleri konusunda ayrıntıları kaydediyor. Rejim, hiçbir şeyi unutmamak için her şeyi kaydediyor. Bu yüzden bu ölümleri belgeliyor. Fotoğraflar hakimler ve tahkikat görevlileri için çok faydalıdır ve bunların dosyalarını tamamlıyor. Günün birinde hakimler dava dosyasının yeniden açılmasını istese fotoğraflara ihtiyaç olur. Devrimin başlamasından sonra ve savaş sırasında hep aynı rutini takip ettik. Rejim, yaptığımız işin günün birinde aleyhlerine kullanılabileceğini hiç düşünmüyordu. Bu fotoğrafların dışarıya çıkarılacağını ve dünya tarafından görüleceğini hiç tahayyül etmiyorlardı.

Güvenlik kuvvetlerinin patronları, göstericileri bastırmak, insanların mallarını gasp etmek ve katliamla meşgulken yaptıkları kötülüklerin belgelendiğini unutuyorlar. Guta’daki kimyasal saldırıya bakın! Saldırıdan sorumlu olanlar yaptıklarının delillerinin ortaya çıkacağını biliyorlardı ama yine de roketleri ateşlediler.

Belgeleri gizlice kopyaladığım iki sene boyunca ailem ve kendi güvenliğim için endişe ediyordum. Ama bir yola çıkmıştım ve artık geri dönüş yoktu. Bir gün bu işi bırakacağımı biliyordum ama bunun ne zaman olacağını bilmiyordum. Bunu sürekli erteliyordum. Ama sonunda artık bırakmam gerektiğini anladım.

* * *

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, Ocak 2015’te Amerikan Foreign Affairs dergisine verdiği uzun mülakatta, fotoğrafları eleştirdi. Mülakatın bir yerinde muhabir, “sivil hedeflerin ayrım gözetmeksizin bombalandığını, Caesar kod adlı firari tarafından ortaya konulan fotoğraflı delillerin Suriye hapishanelerinde korkunç işkence ve suistimaller olduğunu gösterdiğini” ifade etti.

Başkan, “Fotoğrafları kim çekti?” diye karşılık verdi. “Kimdir o? Kimse bilmiyor. Bu delillerin hiçbiri doğrulanmadı. Dolayısıyla bunlar mesnetsiz iddialardır.”

Muhabir ise ısrar etti: “Caesar’ın fotoğrafları bağımsız Avrupalı tahkikat görevlileri tarafından gözden geçirildi.”

“Hayır hayır. Onlar Katar tarafından finanse ediliyor ve bunlar, kaynağın isminin belirsiz olduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla hiçbir şey açık ya da ispatlanmış değil. Fotoğraflar da net değil, hangi kişi olduğunu net olarak göstermiyor. Mesela sadece kafa fotoğrafı, birkaç kafatası fotoğrafıdır. Bunların isyancılar tarafından değil de hükümet tarafından yapıldığını kim söylüyor? Bunların başkası değil de Suriyeli kurbanlar olduğunu kim söylüyor? Mesela krizin başında yayımlanan fotoğraflar Irak ve Yemen’dendi.”

Caesar’ın eski bir çocuk doktoru olan arkadaşı, hangi tutukluya ne tür ve derecede işkence yapıldığını gösteren bir dosya oluşturdu. O, “Bu insanlar nasıl isimsiz numaralar haline geldi?” diye sordu. “Bu kurbanlara kimliklerini geri vermeliyiz. Ailelerinin, bunlara neler olduğunu bilmeleri gerekiyor.” O, fotoğrafların somut sonuçlar doğurmamış olmasının verdiği hayal kırıklığı içinde. O, siyasetçilerin, uluslararası toplumun ne yaptığını bilmek istiyor. “Yaptığımız çalışmanın kamuoyunu harekete geçireceğini zannediyorduk. Fotoğraflar AB’ye, Washington’daki Kongre’ye, BM İnsan Hakları Konseyi’ne gösterildi. Ama siyasetçiler sayfayı çevirip Beşşar Esad’la görüşmek istiyor. Biz bu noktaya nasıl gelebildik?”

Kaynak: The Guardian
Dünya Bülteni için çeviren: Mehmet Şeyhoğlu

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?