
Ahmet İlhan Molu
Floransa...
Rönesans’ın doğum yeri... İtalya’nın gözbebeği...
Müzeleri, galerileri, tarihi binaları...
Yetiştirdiği önemli sanatçılarıyla efsane şehir...
2000’li yılların başında iş nedeniyle sıkça ziyâret ettiğim,
her seferinde de büyük keyif alarak dolaştığım yer.
Öyle özel yerleri var ki... Hangi birini sayayım.
Davud Heykeli’nin replikasının sergilendiği Signoria Meydanı...
Floransa Katedrali...
Boboli bahçeleri...
Dostumuz Orlandini Ailesi’ne ait olan, bir zamanlar Leonardo da Vinci’nin de oturduğu yeşillikler içindeki muhteşem mâlikane...
14.Yüzyıl’dan kalma Ponte Vecciho...
Palazzo Pitti...
Ve... Palazzo Pitti’nin karşı paralelindeki dar, uzun sokak.
Her gidişimde mutlaka uğrarım o dar uzun sokağa.
Çünkü Floransa’nın en önemli antikacıları oradadır.
“Bizim kültürümüze ait birşeyler var mıdır” diye şöyle bir bakar geçerim.
Öyle bir şehirdir ki Floransa, her bir noktasından bir sanat eseri fışkırır.
Bir seferinde antikacıların olduğu o daracık sevimli sokakta dolaşırken, vitrinlerden birinde Türk motifleriyle bezenmiş bir obje gördüm.
Hemen anladım ne olduğunu.
O güne kadar böyle güzelini hiç görmemiştim. Altın’dan yapılmış, mineyle kaplanmış üzerinde elmaslar, minik yakut ve zümrütler bulunan küçük bir obje...
Girdim içeri... Maksadım yakından görüp, yakından incelemek...
Selâm verdim ve vitrindeki o objeyi göstererek yakından görebilir miyim diye sordum.
Orta yaşlı bir hanımdı karşımdaki.
Çıkardı... Dikkatle incelemem dikkatini çekmiş olmalı ki, sordu, “ne iş yapıyorsunuz..?” diye.
Söyledim mesleğimi.
“Nerelisiniz..?” dedi bu sefer de. Istanbul’danım diye cevap verdim.
“Bu objenin ne olduğunu biliyor musunuz..?” diye bir soru daha yöneltti.
Biliyorum dedim ve söyledim ne olduğunu. Özelliklerini anlatıp da, Osmanlı yapımı, muhtemelen de 19.yy sonu veya 20.yy başı deyince, gülümseyerek başladı anlatmaya;
“Çok sayıda Türk gelir buraya... İlgilerini çeker... ama ne olduğunu bilenine rastlamadım bugüne kadar.”
“Kimi parfüm kutusu zannetti... Kimi ilâç kutusu... Kimi de başka şey.
Avrupalılar’sa zaten bilmezler.”
“Sâdece bir Türk işadamı çok ilgilenmişti. Yanındaki kişiye, ne fiat söylerse yarısını teklif et, diye fısıldayınca, ben de satılık değil deyip konuyu kapattım.”
Sonradan öğrenmiştim ki, hanım bir süre Türkiye’de yaşadığı için Türkçe’yi konuşabiliyordu. Bahsettiği kişi de herkesin tanıdığı önemli bir işadamımızdı.
O günden sonra birkaç defa daha gitmiştik kardeşimle Floransa’daki o antikacı hanıma... Bir seferinde de yine güzel bir cam ibrik almıştım ondan.
Muhtemelen o da Istanbul’dan gitmişti oraya... Uçakta da kucağımda getirmiştim.
Floransa gibi sanatın beşiği bir şehirde...
Antikacıların olduğu sokakta...
Ve de, çok değerli parçaların sergilendiği vitrinin en özel yerinde teşhir edilen bu obje neydi biliyor musunuz..?
Bir “tükürük hokkası”ydı.
Hani bazan insan kızar da... “tüküreyim ben böyle işin içine” der ya..!
İşte bu içine tükürülen nesne, vakt-i zamanında Istanbul’da üretilmiş, süslenmiş, püslenmiş, bezenmiş...
Sonra da Floransa gibi sanatın merkezi olan bir şehrin, en değerli vitrinlerinden birinin baş köşesine gelip kurulmuş, öylece durup duruyordu.
Yapıldığı günden beri, kimbilir kimler, kaç defa tükürmüştü içine...?
İçine kaç defa tükürüldüğünü bilmediğiz bu hokkanın öyle de bir fiatı vardı ki..!
Duysanız sâdece küçük dilinizi değil, büyük dilinizi bile yutardınız...
Eski Istanbul’da sokağa tükürülmezdi. Istanbul kültürüne aykırıydı çünkü. Üstelik inancımızla da bağdaşmazdı.
O dönemin insanları, özellikle salgın hastalıklar döneminde tükürük hokkası dediğimiz, biraz da bizim çocukluğumuzda kullandığımız mürekkep hokkalarına benzer o küçük kapları yanlarından ayırmazlardı.
Bu hokkalar kişinin maddi durumuna göre, basit ve ucuz malzemeden yapılmış, sıradan hokkalar da olabilirdi...
Zaman zaman müzâyedelerde karşımıza çıkanlar gibi değerli taşlarla süslenmiş sanat eserleri de olabilirdi.
Erkekler, o dönemin kıyafetlerinde, bellerine sardıkları kuşaklarında taşırlardı tükürük hokkalarını.
Bilirsiniz, altın ve değerli taşlardan yapılan özellikle de devlet erkânı veya üst düzey kişilerin kullandığı birçok objenin üstünde ay veya ayyıldızlı bir motif olur...
Tükürük hokkaları kim için yapılırsa yapılsın, üzerinde asla böyle bir motife rastlanmazdı. Bu da ayrı bir ince düşünce örneği idi.
Tükürük hokkalarının bir diğer çeşidi de Beykoz Camları’ndan imâl edilenleriydi.
Osmanlı camcılığı hakkında bildiğimiz en eski belgeleri 1550-1557 yılları arasında yapılan Süleymaniye Camii yapım defterlerinde görüyoruz.
Camcılık Osmanlı’da ciddi bir sanayii oluşturmuştu. Sâdece Istanbul’da
2000’den fazla cam ustası, 290 civarında cam eşyası satan işyeri olduğunu öğreniyoruz belgelerden.
Beykoz camcılığı ise Mevlevi dervişi Mehmet Dede’nin Venedik’te yaptığı incelemelerden sonra 3.Selimin desteğiyle Beykoz’da faaliyete geçmişti.
Lâledanlar, ibrikler, bonbonyer’ler, gülabdanlar, kuşlar, tabancalar...
Daha bir sürü sanat eseri niteliğinde camdan veya opalinden yapılmış objeler...
Ve bir de tükürük hokkaları...
Türk zevkine uygun üretilen bu ürünler, o yıllarda o kadar çok beğenilmiş ki, yabancı ülkelere de bol miktarda satışlar yapılmış.
İran devriminden sonra Tahran’dan bavullar dolusu “Beykoz”ların getirildiğini hatırlarım...
Istanbul’da günlük eşya olarak kullanıldığından, zaman içinde kırılarak azalan Beykoz’lar... İran’da sanat eseri olarak görüldüğünden, zamanında Istanbul’dan en güzelleri seçilip alınarak, antikacılarda ve özel koleksiyonlarda günümüze kadar korunabilmiş.
Devrim sırasındaki o kargaşalı dönemde ise, ekonomik sıkıntılardan dolayı İran’da eskisi gibi talep görmeyince, bu sefer de satılması için tekrar Istanbul’a gönderilmiş.
İçlerinde o kadar güzelleri vardı ki, benzerlerini daha önce hiçbir yerde görmemiştim.
Sâdece tükürük hokkasına hiç rastlamamıştım.
Çünkü bizim kültürümüze ait eşyalardı tükürük hokkaları...
Hepimiz biliriz;
Batı kültüründe sanat, “seyretmek” için yapılırdı.
Osmanlı’da ise sanat, hayatla iç içe yaşanırdı.
Onun içindir ki, el kurulamak için kullanılan peşkirler, yâni havlular...
Hamamlarda kullanılan sedefli takunyalar...
Ve hatta hamam tasları gibi en sıradan eşyalar bile günümüzde, bugünün değeli antikaları olarak müzeleri süslerler.
Aynı Beykoz Camları’ndan üretilmiş objeler gibi...
1960 yılında İran’da Büyükelçilik görevini yürütürken Tahran’da gördüğü Beykoz’ların sanat değerini farkeden Sayın Fuat Bayramoğlu, bir “Beykoz Camları” sevdalısıydı.
Yazdığı, “Türk Cam Sanatı ve Beykoz İşleri” isimli eseriyle literatüre geçerek, Hacettepe Üniversitesi tarafından “Sanatta Onursal Doktora” pâyesiyle ödüllendirilmişti.
Daha da önemlisi, onun bu çalışmaları sâyesinde artık Türk koleksiyonerler,
Osmanlı’dan kalma sanat eserlerinin kıymetini daha da iyi anlamaya başlamışlardı.
Osmanlı Kültürü, salgın hastalık dönemlerindeki tükürme ihtiyacını, insanların yanlarında taşıyabildikleri bu hokkalar sâyesinde hoşgörülebilir hâle getirmişti.
1900’lü yılların başında Istanbul’daki verem salgını sırasında insanlara, henüz tedavisi bilinmeyen bu hastalıkla ilgili eğitimler verilirken...
Aynı zamanda da önlem olarak tükürük hokkaları dağıtılmıştı.
Zâten tükürük hokkaları genellikle salgın hastalık dönemlerinde kullanılırdı.
Kimse durup dururken tükürme ihtiyacı hissetmezdi çünkü.
Normal zamanlardaki hapşırmalarda ise, hafifçe geriye dönülerek mendil ile ağız kapatılırdı.
Özellikle kadınlar evlerinin, bahçelerinin, sokaklarının tertemiz olmasını istediklerinden, tükürük hokkalarına ve mendillerine çok itinâ ederlerdi.
Osmanlı döneminde İngiltere tarafından Istanbul’a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu’nun eşi olan İngiltere’nin önemli yazarlarından Lady Montagu;
“The Turkish Embassy Letters”... Ya da Almanca’ya çevrilmiş hâliyle,
“Briefe aus dem Orient... Frauenleben im 18. Jahrhundert” isimli eserinde şöyle der;
“Osmanlı kadınları arasında zarif olmayan kadın yoktur. Bütün Hırıstiyanlık Âlemi, en zarif, en asil kadınların İngiliz Kraliyet Sarayı’nda olduğunu düşünse de, orada bile bu kadar zarif kadın göremezsiniz.”
Tükürük hokkalarını ve hapşırırken ağızlarını mendille kapatmalarını da, bu zerâfetle bağdaştırır Lady Montagu.
Sâdece Lady Montagu değildir Osmanlı kadınlarını anlatan.
1835 yılında geldiği Istanbul’da yaklaşık bir yıl kalan ve Istanbul hatıralarını,
“The City of the Sultan and Domestic Manners of the Turks” isimli eserinde toplayan, İngiliz yazar Julia Pardoe da benzer şeyler söyler.
“Zannedildiği gibi pasif ve içine kapalı değildir Osmanlı kadını” der.
“Siyah kaşlı, siyah iri gözlü olan bu kadınlar, toplum içinde aktif ve güçlüdürler. Temizlik konusundaki titizlikleri ve sahip oldukları zerâfet onları Avrupalı kadınlardan ayıran en önemli özelliktir.”
“Eğer özgürlük mutluluksa, Türk kadınları Avrupalı’lardan daha mutludur. Çünkü İmparatorluk’ taki en özgür insanlar onlardır” diye anlatır.
Evet aynen böyle anlatır Julia Pardoe.
Şimdi;
Hadi canım sen de..!
Bu anlatılanlar bizim bildiklerimizle örtüşmüyor diyebilirsiniz.
Evet, örtüşmüyor... Sâdece bu iki yazarın anlattıklarıyla değil, Istanbul’da yaşayarak anılarını yazan daha birçok yabancı tarihcinin yazdıklarıyla da örtüşmüyor bize öğretilenler.
Ben, Osmanlı’daki sosyal hayatla ilgili bilgileri, Istanbul’da yaşamış olan yabancı tarihcilerin yazdığı kitaplardan okumayı daha doğru bulurum.
Hele, günümüzde, gözümüzün önünde yaşanan aynı olayı, birbirlerinin tam zıddı olacak şekilde yorumlayan kesimlerin tavırlarını gördükten sonra...
Zâten Julia Pardoe de, bir İngiliz tarihci olarak, bütün Avrupa ülkelerini dolaşıp, o ülkelerin yaşantılarını anlatmasıyla tanınır. Nitekim yaklaşık bir yıl kaldığı Istanbul’a gelmeden önce de, uzun bir süre Portekiz’de kalmıştır.
Julia Pardoe tükürük hokkalarından da bahseder.
Özellikle verem hastalığından çok kişinin hayatını kaybettiği dönemlerde daha yaygın olarak kullanılan tükürük hokkalarını,
başka kültürlerde rastlanmayan, akılla birleşmiş bir zerâfet örneği olarak tanımlar.
Istanbul Erkek Lisesinde okurken, okulumuzda çok sayıda Alman hocamız vardı. Onlar bizlere karşı Türk hocalarımızdan daha hoşgörülü davranırlardı.
Birgün, öğle yemeği teneffüsünde, bir öğrencinin koridordaki boşluklardan alt kattaki bir başka öğrenciye tükürdüğünü gördüm.
İşte o anda, Almanca hocamız Herr Kublik, iki metreyi aşan o dev gibi cüssesiyle, yaklaşık yirmi metre uzaktan ok gibi fırlayıp, tüküren öğrenciye öyle bir tokat patlattı ki, bir anda şaşırıp kalmıştık hepimiz.
O güne kadar bir Alman hocanın bir Türk öğrenciye şiddet uyguladığı görülmüş şey değildi.
Üstelik de tokat öyle şiddetliydi ki..!
Böyle şiddetli bir tokatı kimse hayâl bile edemezdi.
Âdeta kendini kaybetmişti Herr Kublik.
Zâten çabuk kızaran yanakları, sinirden kıpkırmızı olmuştu.
Herr Kublik’in sergilediği bu tavır, tükürmenin, ayıbın da ötesinde, affedilmez bir hareket olduğunu
hafızama çivileyivermişti benim.
Tükürük hokkası... Herr Kublik...
Ve okkalı tokat.
Bu üçlüyü hiç unutmadım. Ne zaman tüküren birini görsem, bu
üçlüyü yeniden hatırlarım. Özellikle de futbol maçlarında.
Düşünsenize..!
Coşkulu bir seyirci... Nefis bir stad... Yemyeşil çimler...
Herşey hârika...
Bir de oyun heyecanlı bir şekilde devam ediyorsa eğer... Bir anda çimlere atılan bir tükürük herşeyi berbat edivermez mi..?
Bir türlü anlayamamışımdır, bazı futbolcuların neden çimlere tükürdüğünü.
“Koşuyorlar da ondan” desem...
Basketçiler de koşuyor, ama bugüne kadar basket sahasına tüküren hiçbir basketçiye rastlamadım.
“Efor sarfediyorlar da ondan” desem...
Tenisçiler de efor sarfediyor, güreşçiler de...
Ama bugüne kadar ne güreş minderine tüküren bir güreşçiye... Ne de kortun üzerine tüküren bir tenisçiye şahit olmadım.
Ne demeli bilmemki..?
“Aman ha..! Herr Kublik görmesin” mi demeli..?
Ya da sahaya çıkarken tozluklarının içine “tükürük hokkalarından koysunlar” mı demeli..?
Bir türlü anlayamadım ben bu işi.
Bunları neden yazdım.
Geçenlerde bir tv kanalında karşıma çıkıverdi bu “tükürük hokkası” konusu.
“Amerikan Kovboyları’nın barlarda içine tükürdükleri kapmış. Amerikan kovboy kültürüne ait güzel bir alışkanlıkmış” filân diye konuşuyordu anlatanlar.
Hem şaşırdım, hem de kızdım.
Bir kere o kovboy filmlerinde gördüklerimiz “hokka” değil, “kova.”
Hokka küçücük olur.
Kova kocaman olur.
Filmlerde görürüz... Kovboy ağzındaki tütünü çiğner, posasını da barın kapısının yanında duran o koca kovaya atar. Üstelik de bu gerçek midir, yoksa senaryo gereği midir, o da belli değildir.
Bir de, internette araştırayım dedim, tükürük hokkalarıyla ilgili neler varmış diye...
Hani orası bilgi deposudur ya..!
Gördüm ki;
Kimi Amerikan, kimi İngiliz, hatta kimileri de Çin, Japon âdetidir filân diye kocaman kapların resimlerini koymuşlar.
Bizim Floransa’daki hokka’cığın binlerce kardeşinden bahseden yok.
Bizim kültürümüze ait olduğundan da kimsenin haberi yok.
Annem anlatırdı;
Dedesi torununa çok güzel bir meyve bahçesi bırakmış.
Torun aileden öyle kopukmuş ki... Bahçenin önünden her geçişinde, “komşunun meyveleri de ne güzelmiş” diye imrenerek bakarmış.
Affınıza sığınarak söyleyeyim ki;
Bizler de aynı bu kopuk torun gibi olduk.
Hani demiştim ya “Herr Kublik’in tokatını gördükten sonra anladım ki, bu tükürmek denen şey ayıbın da ötesinde, affedilmez bir şeymiş” diye.
Dahasını da söyleyeyim mi size...?
Tarih araştırmacısı İsmail Hâmî Dânişmend’e göre, Osmanlı Devleti’nde yere tükürdüğü tesbit edilen kişinin, mahkemede şahitliği bile kabul edilmezmiş.
Hassasiyete bakar mısınız..?
Demek ki mesele sâdece yerleri kirletmek değilmiş.
Floransa’da karşılaştığım bir hokka, bakın bizi nerelere götürdü.
Ne diyelim..?
İnsanların kaderi olduğu gibi eşyaların da kaderi vardır derler ya..!
“Bizim hokkanın da kaderinde, Floransa’ya gitmek... Orada da benim karşıma çıkmak varmış” mı diyelim..?
Yoksa;
“Bir toplum nasıl olur da kendi kültürüne ait şeyleri başkasının zannedecek kadar geçmişinden bîhaber kalır” mı diyelim..?
Ya da... “Dertlendiğin şeye bak, alt tarafı bir hokka...”
“Bilsek ne olur, bilmesek ne olur” diyerek boş mu verelim..?
Artık yorumu size bırakıyorum...
Alıntı