banner39

Alman Etik Konseyi Müslüman üyesi ile..

Almanya'da ilk defa bir Müslüman olarak Etik Konseyi'ne seçilen Dr. Dr. İlhan İlkılıç, 'multikulturelle Gesellschaft' (çok kültürlü toplum) ve 'pluralistische Gesellschaft' (çoğulcu toplum) ayrımını anlamlı buluyor ve Alman toplumunda da çok kültürlülükten çoğulcu topluma geçilmesi gerektiğini düşünüyor.

Toplum ve Siyaset 30.04.2012, 16:29 30.04.2012, 16:29
Alman Etik Konseyi Müslüman üyesi ile..

Mucahid Yıldız – Dünya Bülteni Almanya

Almanya'da Başbakanlık ve Federal Parlamentoya danışmanlık hizmeti veren Etik Konseyi'ne ilk defa olarak bir Müslüman ve bir Yahudi üye atandı. Geçtiğimiz günlerde Berlin'de yeni üyelerin de katıldığı aylık toplantısını yapan ahlak konseyi, bilimsel alanda etik değerlerin dikkate alınması konusunda ülke genelinde durum değerlendirmesi yaparak bu konuda Alman Başbakanlığını ve Federal Parlamentoyu bilgilendiriyor.

Alman Federal Eğitim ve Araştırma Bakanı Annette Schavan tarafından Etik Konseye tavsiye edilen Dr. Dr. İlhan İlkılıç'la konsey ve görevleri hakkında söyleştik.

DB: Alman Etik Konseyi'nin ilk Müslüman temsilcisi olarak atandınız ve konseyin aylık toplantısına ilk defa katıldınız. Hayırlı olmasını dilerim ve çalışmalarınızda başarılar dilerim. Bu konseyin amacı nedir?

İİ: Tebrikleriniz için teşekkür ederim. Bu konseyin görevleri içinde Federal Alman Başbakanına ve parlamentosuna danışmanlık görevi bulunmakta. Bunun dışında tıp ve etik konularında toplum için önem arzeden alanlarda bildiri yayınlamakla yükümlüyüz. Böylece bu konseyin bu konulardaki toplumsal tartışmaları ve yasa hazırlama sürecini etkileme gibi bir funksiyonu var. Bu çalışmalar sırasında hem konsey, hem de konsey üyelerinin bağımsız olduğunu ve hiçbir yere bağlı olmadan çalıştığını söylemek gerekiyor.

Benim üyeliğim vasıtasıyla ilk defa Türk kökenli ve Müslüman olan biri bu tartışmalara direk olarak müdahil olacak ve katkıda bulunacak. Bu bakımdan benim üyeliğimin konsey tarihi gelişimi açısından özel bir anlamı olduğu kanaatindeyim.

DB: Konsey ne zamandan beri görev yapıyor, kaç üyesi var, hangi uzmanlık dalları temsil ediliyor ve üyeleri kim seçiyor?

İİ: Konsey daha önceden 'Nationaler Ethikrat' (Milli Etik Konseyi) adı altında görev yapıyordu. Çıkarılan bir yasa ile 2008 yılında adı 'Deutscher Ethikrat' (Alman Etik Konseyi) olarak değişti ve vazifeleri bir kanun çerçevesinde belirlendi. Toplam 26 üyenin yarısı hükümet yarısı da parlamento tarafından belirleniyor. Benim üyeliğim hükümet tarafından tavsiye edildi ve Meclis Başkanı Prof. Lammert tarafından 11 Nisan itibariyle bu göreve atandım.

Konseyin öncelikle disiplinler arası yapısına dikkat çekmek isterim. Bu grubun içerisinde tıp doktoru, teolog, filozof, psikolog, biolog, hukukçular ve sivil toplum örgütü temsilciler mevcut. Bu konsey mesleki olarak olduğu kadar, ahlaki görüş açısından da heterojen bir yapıya sahip. Bir konu belirlendiğinde altı ay ya da bir yıl gibi bir süre içerisinde gerektiğinde dışarıdan davet edilen uzmanların da müdahil olduğu bir tartışma süreci başlıyor ve bu sürecin sonunda bir bildiri yayınlanıyor. Bu bildiri tavsiye niteliğinde, fakat siyasiler tarafından olduğu kadar bilim adamları, sivil toplum örgütleri, hukukçular ve kamuoyu tarafından ciddiye alınıyor. Alman Etik Konseyi aynı zamanda Avrupa Birliği içerisinde diğer Avrupa ülkelerinin etik konseyleri ile yoğun bir işbirliği içerisinde. Böylece Avrupa seviyesindeki bioetik tartışmaları da etkileme imkanına sahip.

DB: Sizin, Müslümanları temsilen seçilmenizde hangi faktörler etkili oldu?

İİ: Almanya'da yaşayan yaklaşık dört milyon Müslümandan biri olarak bu göreve getirilmem gözönünde bulundurulursa, burada Müslüman olmamdan çok bu konularda uzman olmamın bu seçimde etkili faktör olduğu ortaya çıkacaktır. Yaklaşık 15 yıldan beri bu konularda yoğun bilimsel araştırmalar yapmakta olup çok sayıda kitap ve makale yayınlamış bulunmaktayım. Bu çalışmaların bir bölümünde bizim temel değerlerimizin tıp alanındaki problemler ve çok kültürlü bir toplum içinde ifade ettiği anlamlar üzerine yoğunlaştım. Bir de 2010 yılında aynı konseyin düzenlemiş olduğu 'Göçmenlik ve Sağlık' konulu bir kongreye uzman bilim adamı olarak davet edilmiştim. Oradaki tebliğim ve tartışmalara olan katkılarım dikkat çekmiş olabilir.

DB: Konseyde şimdiye kadar hiç mi Müslüman bir üye yoktu ve şimdi neden böyle bir karar alınarak Yahudi ve Müslümanların da temsil edilmesi gerektiği düşünüldü?

Her ne kadar Almanya'nın bir göç ülkesi olduğu resmi olarak kabul edilmese de farklı kültürlerden ve dinlerden insanların yaşadığı ve bu ülkede kalıcı oldukları herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Diğer taraftan bu gerçeğin fark edilmesiyle problemler hemen çözüme kavuşturulmuyor. Onun için benim üyeliğimle ilgili herhalde farklı kültürlerden ve dinlerden olan insanlar üzerine konuşmak yerine, o insanlarla direk konuşma yolu tercih edilmiş olunuyor. Bu zaten birçok Avrupa ülkesinde ABD'de uygulanan bir metod. Kanaatimce doğru olan da budur. Yahudiler her ne kadar sayı olarak çok az bir sayıda olsa dahi Yahudiliğin İbrahimi dinlerden olması ve Hristiyanlık, batı ve Almanya tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olması, Yahudi bir üyenin de bu konseye seçilmesini herhalde gerekli kıldı. Bir de bazı konularda İslam Fıkhı ile Yahudi Fıkhındaki yaklaşımlar birbiriyle benzerlik göstermekte. Bu da konsey içerisindeki tartışmaları olumlu etkileyecektir kanaatimce.

Bir de üyeliğimin Alman toplumu için ifade ettiği anlamı farklı bir açıdan dile getirmek isterim. Ben 'multikulturelle Gesellschaft' (çok kültürlü toplum) ve 'pluralistische Gesellschaft' (çoğulcu toplum) ayrımını anlamlı buluyorum. Çok kültürlü toplumdan anladığım, farklı kültürlere ait olan insanların hasbelkader bir araya gelmesi ve bir arada yaşamasıdır. Böylesi bir toplumda üstün ve baskın olan bir kültürü ve onun geçerli olan değerleri vardır (illa 'Leitkultur' yani öncü kültür kavramını kullanmak istemiyorum). Çoğulcu toplum ise daha çok o toplumda yaşayan insanların değerlerine hayatın her alanında yer veren ya da yer vermeye açık olan bir toplumdur. Bu bağlamda benim üyeliğimin Almanya'daki çok kültürlü toplumdan çoğulcu topluma geçişte – her ne kadar şu anda hemen farkedilmeyecek de olsa – önemli bir gösterge olarak görüyorum.

Bu geçişin bence birçok sosyal boyutları mevcut. Bunlardan bir tanesi de 'toleranz' (tolere etme) kavramı yerine 'Anerkennung' (diğerleriyle bir sayma ve kabul etme) kavramının ön plana çıkması. Eğer barışın ve huzurun ön planda olduğu bir toplum isteniyorsa, bu, diğer kültürden olan insanı tolere etme değil, bilakis kabul etme ve bir sayma anlayışına oturmalı. Çünkü tolere etme eylemi bir güçlü ve baskın olan tarafı, bir de zayıf ve güçsüz olan tarafı gerekli kılar. Eğer 21. yüzyılda kültürlerin değerlerin artık birbirine üstünlüğünün genel anlamda olmadığını kabul edebilme seviyesine gelmişsek, diğer kültüre saygı duyma tavrını da takınmamız gerekir. Böylesi bir tavır tıp etiği ile ilgili alınan ve tüm toplumu etkileyecek kararlarda farklı kültürden olan insanların sesine kulak vermekle, bir başka deyişle onların kültürel değerlerini de göz ardı etmemekle mümkün olacaktır.

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?