Tarihsel-sistemik dönüşümler ve Türk dış politikası / M. Akif Kayapınar

ODKA coğrafyasındaki statükoyu devam ettirmenin maliyeti hakim uluslararası sistem için her zamankinden daha büyüktür ve bu nedenle statükonun uzun vadede sürdürülebilir olması muhtemel değildir. Bu coğrafyada “yerli” aidiyetlere, kültürel birikimlere ve halk desteğine dayalı siyasetler önünde sonunda kendine bir yol bulacak ve iktidarını kuracaktır.

Türkiye 14.02.2014, 14:15 18.02.2014, 11:06
Tarihsel-sistemik dönüşümler ve Türk dış politikası / M. Akif Kayapınar

M. Akif Kayapınar / Dünya Bülteni - DÜBAM

Sosyal ve siyasi olayların tahlilinde sıklıkla düşülen metodolojik hatalardan biri statik, anlık ve kesikli okumalardır. Öncesiz ve sonrasız fotoğraf kareleri üzerinden yapılan bu tür okumalar gerçekliğin doğru bir şekilde algılanmasını imkansız kılarken, gözlemciyi de yanlış ve hatta tehlikeli çıkarımlar yapmaya, geleceğe dair isabetsiz öngörülerde bulunmaya sevk eder. Zira gerçeklik durağan değil süreğen, kesikli değil kesiksiz, anlık değil süreçseldir. Diğer bir deyişle, her bir gelişme, öncesiyle ve sonrasıyla, süreçsel bir bağlam içerisinde anlam kazanır. Bu durumda, iki boyutlu anlık fotoğrafik okumalardan zaman boyutunu da içeren sinematoğrafik okumalara terfi, gerçekliğin hakkıyla anlaşılmasının ve geleceğe dair isabetli öngörülerde bulunulmasının ön şartıdır. Dikkate alınması gereken süreç, elbette ki, analiz edilecek olayın mahiyetine göre uzayacak ya da kısalacak, kimi zaman bir kaç on yıl söz konusuyken kimi zaman yüzyılların perspektifinden bakılması, hatta iç içe geçmiş farklı zamansal yörüngelerin birlikte takip edilmesi gerekecektir.

Sosyal-bilimsel analizlerde genellikle göz ardı edilen hususlardan bir diğeri de gerçekliğin karmaşıklığı ve derinliğidir. Hiçbir sosyal problem, mevcut sosyal-bilim disiplinlerinden salt birinin araştırma alanına sığacak kadar yalın halde çıkmaz karşımıza. Örneğin, bir meseleye, onun siyasi olduğunu dayatan gözlemcinin kendisidir. Yoksa gerçek hayatta o mesele bir “mesele” olarak var olur; “siyasi bir mesele” olarak değil. Bize “siyasi” olarak görünen bir sorun çoğu zaman ekonomik, sosyal, kültürel, tarihi, coğrafi ve hatta felsefi unsurların içine gömülü olarak, birleşik bir vaziyette var olur. Bu durumda, gerçekliği hakkıyla anlamanın ikinci önemli ön şartı olaylara, izole bir biçimde değil de, aynı anda farklı disipliner perspektiflerden ve katmanlardan da bakabilmektir.

Sosyal-siyasi çözümlemelere dair, hassaten Türkiye örneğinde dikkat çekilmesi gereken üçüncü bir sorun da, hakkında konuşmak için belli bir vukufiyet gerektiren ve ülkenin geleceği ile doğrudan alakalı, bu nedenle de hassasiyet arz eden meselelerde gündemin, ehil ve mesuliyet sahibi olmayan ağız ve kalemlerin son derece sathi ve özensiz fikir yürütmeleri ile belirlenmesidir. Bunun en bariz göstergesi ise, özellikle uzun erimli siyasal tartışmaların, mesela Avrupa veya Amerika’daki muadillerinin aksine, kitaplar ya da akademik hüviyeti olan dergilerden ziyade, sadece günlük gazetelerde ve TV ekranlarında yapılıyor olması; hesabı verilmemiş iddiaların, ithamların, önerilerin, verilerin ve herhangi bir yöntemden yoksun analizlerin birbirinden kopuk biçimde havada uçuşması; basit bir eleştiriye tabi tutmaya bile fırsat kalmadan, saman alevi gibi, aniden ortadan kaybolmasıdır. Kısa vadeli hafızalara ve sathi akıl yürütmelere dayalı bu tartışmalar da birikimsel ve doğurgan olmaktan uzak bir şekilde, anlık ve geçici tansiyon yükselmelerinden başka bir amaca hizmet etmemektedir. Bu durumda da, kolektif düşünce dünyamızda herhangi bir toplumsal meseleye dair diyalektik fikri tekamülden bahsetmek imkansız hale gelmektedir.

Son zamanlarda, hayati önemine binaen, özellikle Türk dış politikasına dair yapılan değerlendirmelerin ya da tartışmaların bu sorunların hepsiyle birden malul olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. İçinden geçmekte olduğumuz tarihin şu kritik dönemecinde toplumsal kaderimize taalluk eden bu konunun daha kapsamlı ve etkili bir şekilde ele alınması ve tartışılması kolektif bir vazife olarak kendini dayatmaktadır.

Fotoğrafik Okumadan Sinematoğrafik Okumaya

Türk dış politikasının doğal hinterlandının en önemli parçası olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika (ODKA) coğrafyasındaki son gelişmeler ile Türkiye’nin bu gelişmelere karşı takındığı tavır nedeniyle politika yapımcılarını acımasızca eleştiren ve dış politikayı “iflas” etmiş olmakla itham edecek kadar ileri giden yaklaşımlar, öyle görünüyor ki, geçici ve görece olanın sabitlenmesi ve mutlaklaştırılması anlamına gelen fotoğrafik okumalara dayanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, bölgeye ve bizim bölgeyle olan ilişkimize dair bugün alınacak bir fotoğraf kesitine yansıyan manzara pek iç açıcı değildir: 2003 yılında Amerika liderliğindeki bir ittifak tarafından işgal edildiğinden bu yana normalleşememiş bir Irak; üçüncü yılını doldurmak üzere olan iç savaş nedeniyle gözlerimizin önünde eriyip giden bir Suriye; Hizbullah üzerinden Suriye’deki iç savaşın parçası olan, bu nedenle de giderek istikrarsızlaşan ve adeta saatli bir bombaya dönen bir Lübnan; halen kanlı bir askeri darbe sürecinin tam ortasında bulunan bir Mısır; bıçak sırtında istikrar arayan bir Tunus; darmadağın olmuş bir Libya; küçük reformlarla kendini şimdilik kurtarmış görünen bir Fas; hükümetin ancak şiddetli baskılarla topluma hakim olabildiği bir Cezayir; bütün Arap dünyasını kasıp kavuran meşruiyet krizini, bir taraftan halkları üzerindeki siyasal baskıyı artırarak bir taraftan da sağa sola para dağıtarak aşmaya çalışan zengin Körfez monarşileri; bir türlü anlaşamayan kabilelerin elinde kaosa sürüklenen bir Yemen; sessiz ve ürkek bir şekilde sırasını bekleyen bir Ürdün; bir taraftan uluslararası sisteme entegre olmaya, diğer taraftan da Irak, Suriye ve Lübnan’daki nüfuzunu muhafaza etmeye çalışan, ama aynı zamanda da rejimi içten içe çürüyen bir İran; ve işgal altındaki bir Filistin. Hepsinden önemlisi de, bölgedeki önemli ülkelerin neredeyse bütün cari iktidarlarıyla ilişkileri bozuk ya da soğuk olan bir Türkiye.

Farzımuhal, dünyaya bugün ayak basmış olan bir Marslı ziyaretçinin, İslam dünyasının merkezi coğrafyasının fotoğrafını çektiğinde göreceği manzara işte tam olarak budur. Ama bu fotoğraf kesitinin gerçekliği olduğu gibi yansıttığı düşünülmemelidir. Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, gerçeklik iki boyutlu bir fotoğraf karesine sığamayacak kadar karmaşık ve hareketlidir. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de pek çok yorumcunun yaptığı gibi, sadece bu anlık kesitin ortaya koyduğu manzarayı verili alarak yapılan her türlü tahlil ve değerlendirme, dünyaya dair herhangi bir hafızası olmayan muhayyel Marslımızın yapacağı tahlil ve değerlendirme kadar isabetli olabilir ancak. Bu nedenle, etrafımızda olan biteni anlayabilmek için elimizdeki fotoğraf kesitinin ötesine geçmemiz, gelişmeleri kendi hareketliliği içerisinde görebilmemiz gerekir.

Bu istikamette ilk sorulması gereken soru bölgeyi bu duruma getiren sürece dair olmalıdır. Böylelikle, eldeki resme daha dikkatli bakıldığında, Irak’ta, Mısır’da, Suriye’de, Libya’da, Tunus’ta ve Yemen’de gördüğümüz kargaşa ve çatışma ortamının aslında, sırasıyla yirmi küsur yıllık Saddam (kırk küsur yıllık Baas), otuz küsur yıllık Mübarek (altmış küsur yıllık asker), kırk küsur yıllık baba-oğul Esed, kırk küsur yıllık Kaddafi, elli küsur yıllık Burgiba-Bin Ali ve otuz küsur yıllık Ali Abdullah Salih iktidarlarının çökmesiyle ortaya çıkan siyasi boşluğun diğer bir adı olduğu fark edilecektir. Bölgedeki öteki rejim ve iktidarlar ise, henüz yıkılmamış olmanın dışında, aynı hikayenin farklı versiyonları olarak görülmeli; halen kargaşa ve çatışma kervanına katılmamışlarsa, bu durum ancak geçici ve arızi sebeplere atfedilmelidir.

Irak örneği paranteze alınırsa eğer (ki, 2003 yılında Amerikan işgaline uğramasaydı, bugün diğer ülkelerin başına gelenin Irak’ın da başına gelmemesi için hiç bir neden yoktu), bu değişim, en azından görünen kısmıyla, 1920’lerin başında bölgeye hakim olan İngiltere ve Fransa’nın geri çekilirken kendilerine bağlı ama halk tabanı olmayan “uydu” rejimler kurmalarına kadar geri götürülebilecek bir meşruiyet krizinin (ve sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik bileşenlerinin) neden olduğu halk ayaklanmaları ile başlamıştır. İlk defa sistemin temelleri sarsılmış, kurulu düzenin bizatihi özü değiştirilmek istenmiştir. Diğer bir deyişle, bugün itibariyle merkezi İslam coğrafyası, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen, belki onun kadar derin ve kapsamlı bir depremi/değişimi yaşamaktadır.

Bu deprem ilelebet böyle sürmeyecek, önünde sonunda yeni bir durumun ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır elbette. Öte yandan, özgürlük, eşitlik, ulusal onur, demokrasi ve ekonomik kalkınma gibi ideallerle başlamış olan halk ayaklanmalarının bugün geldiğimiz noktada hedefine ulaşamamış olması, statükocu güçlerin durumu kontrol altına alma yönündeki karşı atağı ve bu çatışmanın ortaya çıkardığı kaotik durum bizi yanıltmamalı, işlerin yine “eski” haline döneceği gibi karamsar bir düşünceye sevk etmemelidir. Bu noktada daha doğru ve dengeli bir anlayış için kimilerince “Arap Baharı” da denilen halk ayaklanmaları gerçekçi bir şekilde değerlendirilmeli, bu gelişmeye, ne olumsuz ne de olumlu manada, hak ettiğinden daha fazla ya da daha az bir önem atfedilmemelidir.

Her şeyden önce, bilinmelidir ki, Tunus’ta Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan hareket buz dağının sadece görünen yüzü idi. Başka bir ifadeyle, bu kalkışma, uzunca bir süredir bölgede biriken sosyal enerjinin çevre şartlarının olgunlaşmasıyla birlikte patlaması olarak görülebilir. (Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda bölgede kurulan düzeni “bütün barışları sona erdiren barış” olarak niteleyen Archibald Wavell’e ya da David Fromkin’e katılmamak mümkün değil). Dolayısıyla bütün değişimi 2010 yılının Aralık ayı ile başlatmak halk hareketlerinin arkasında yatan derin ve karmaşık tarihsel süreci ihmal etmek anlamına gelir. Dahası, böyle bir yaklaşım, aslında bir semptom olarak algılanması gereken halk ayaklanmalarının öyle ya da böyle bastırılmasıyla birlikte, daha derindeki kronik ölümcül hastalığın varlığını görmezden gelerek, eski düzenin kolayca yeniden kurulabileceği gibi yanlış bir sonuca götürebilir.

İkinci olarak, dahili ve harici bileşenleriyle birlikte karmaşık bir yapı arz eden bu asırlık düzenin daha ilk yumrukta yerle yeksan olacağını düşünmek de doğru değildir. Bu nedenle, etkili ve önemli olmakla birlikte bu değişim talebine karşı sistemin her türlü yolu kullanarak direnç gösteriyor olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Şurası muhakkaktır ki, ne kadar bastırılırsa bastırılsın ve geri püskürtülürse püskürtülsün, bölgemizdeki bu tür toplumsal taleplerin baskısı önümüzdeki dönemde artarak devam edecektir. Zira 2010 yılında başlayan halk ayaklanmalarını üreten tarihsel arkaplan ve bu basıncı besleyen küresel şartlar olduğu gibi durmakta ve hatta gün geçtikçe daha da yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla, Arap toplumlarının bu noktadan sonra 2010 öncesinin kapalı ve otoriter siyasetlerine kalıcı surette dönmesi mümkün değildir. Aynı büyük resmin bir parçası olan Türkiye tecrübesi bu anlamda öğretici bir model işlevi görebilir. Nasıl ki, Birinci Dünya Savaşı’na ve ondan sonra bölgede kurulmuş olan düzene bir kaç yıl gibi kısa bir sürede gelinmediyse, onun yerini alacak düzene de bu kadar kısa zamanda ulaşılamayacağı bir vakıadır. Bu bir süreç meselesidir. Aslolan, sürecin istikametini doğru tayin etmek ve o minvalde politikalar geliştirmektir. 

Tarihsel-Sistemik Dönüşümler ve ODKA

Bunun içinse daha geniş bir perspektife ve disiplinler-üstü bir yaklaşıma gerek vardır. Zira siyasal gelişmeler genellikle çok daha kapsamlı ve derin bir bağlam içerisinde vücut bulur. Dolayısıyla, içinden geçmekte olduğumuz şu tarihi süreçte maruz kaldığımız derin küresel dönüşümleri dikkate almadan, ODKA coğrafyasındaki hareketliliği ve bu değişimin istikametini anlayabilmemiz mümkün değildir. Bunlar, ana hatlarıyla Medeniyetler Dönüşümü, Uluslararası Sistemik Dönüşüm ve Küreselleşme şeklinde özetlenebilir. İlk olarak, bugün geldiğimiz noktada, modern Batı medeniyetinin kurucu ve yaşatıcı ilkeleri hiç olmadığı ölçüde sorgulanır olmuş; entelektüel çevrelerde alternatif değer ve bilgi sistemi arayışı yoğunlaşmıştır. Bu çerçevede, yirminci yüzyılın ilk yarısında, yükselen modern Batı medeniyeti karşısında çoktan “ölmüş” ya da “can çekişen” kültürel birikimler olarak görülen otantik medeniyetler, yirmi birinci yüzyıla büyük bir canlılık ve özgüven içerisinde girmişlerdir. Makro-tarihçiliğin, “Eksen Çağ” ve mukayeseli medeniyet araştırmalarının yoğunlaşması ve siyaset biliminde kimlik siyaseti çalışmalarının Modernleşme kuramından mülhem ilgi alanlarının yerini alması bu canlılığın entelektüel plandaki yansıması olarak görülmelidir. Kısaca söylemek gerekirse, özellikle zihinsel algılamalar bağlamında modern Batı medeniyetinin küresel ölçekte nispî pozisyonunun daraldığı, ondan boşalan alanların ise Batı-dışı otantik medeniyet birikimleriyle doldurulduğu bir medeniyetler dönüşümünü yaşamaktayız. Böyle bir dönüşümün uzun vadede üreteceği sonuçların ehemmiyetini abartmak imkansızdır. Zira yine uzun vadede bu dönüşüme koşut olarak varlık, bilgi, zaman ve tarih algılamamız ile bu algılamalara bağımlı alt-değerler anlayışımız topyekun değişecektir. Hatta bugün bile geniş perspektifli tarihsel-sosyolojik bir zaviyeden bakan zihinler için bu değişimin başladığı söylenebilir. Bütün siyasi düzenlerin belli bir zihni-felsefi arkaplana yaslandığı gerçeği hatırlanırsa, medeniyetler dönüşümünün nispeten daha kısa vadeli ve daha yüzeysel siyasal yapılar üzerindeki etkisi zannedilenin çok ötesinde olacaktır. Tartışmasına ve detaylarına girmeden şu kadarı ile yetinmek gerekirse, yirminci yüzyılın başında ODKA coğrafyasında kurulan siyasi-sosyal düzenin ortaya çıktığı dönemdekinin aksine bir temayül, felsefi-entelektüel düzlemde giderek yoğunlaşan bir oranda yaşanmaya başlamıştır.    

Maruz kaldığımız ikinci büyük dönüşüm ise uluslararası sistemik dönüşümdür. Medeniyetsel dönüşümün izlerini düşünsel ve yöntemsel algılamalar gibi ilk bakışta göze çarpmayan derin süreçlerde yakalayabilirken, uluslararası sistemik dönüşümün izleri siyaset ve ekonomi gibi nispeten daha kolay fark edilir alanlarda kendini belirgin kılmaktadır. Ayrıca, medeniyetsel dönüşüm beş yüz ya da bin yıl gibi “uzun süreli” döngüler düzeyinde takip edilebilirken, uluslararası sistemik dönüşüm yüz yıl gibi bir döngüsel süreçte vuku bulmaktadır. Henry Kissinger’in Diplomasi adlı değerli çalışmasında da dile getirdiği gibi, uluslararası ilişkilerin son beş yüz yıllık tarihi, her biri aşağı yukarı yüz yıllık dönemlerde “hegemonya” kurmuş büyük güçlerin tarihidir. Kayda değer bir diğer husus da, uluslararası sistemik dönüşümün, son beş yüz yıldır medeniyet içi bir mahiyet arz etmiş olmasına karşın bu dönüşümün bugün medeniyetler-arası bir karakter taşımasıdır.

Bilindiği gibi uluslararası ilişkilerde yirminci yüzyıl, güçler dengesi üzerine bina edilmiş yapının Birinci Dünya Savaşı neticesinde dağılması ile başlamıştı. Sistem, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde nispî gücü doruğa ulaşan ABD’nin “hegemonik” bir yapı kurması ile tekrar istikrara kavuştu. Ancak uluslararası sistemin yapısı durağan olmaktan uzaktır ve sürekli bir dönüşüm halindedir. ABD’nin nispî gücü de, sistemdeki diğer aktörlerin güç kazanması ile birlikte, 1945’ten itibaren sürekli olarak düşmektedir. Gücün tanımında bir uzlaşmaya varılamamasından ötürü ABD hegemonyasının ne zaman sona erdiği üzerinde bir mutabakat yoktur. Yaygın kanaat uluslararası sistemdeki “anomali” (kaide dışılık) halinin artması ile hegemonik yapının sona erdiği yönündedir. Bu süreci de genelde analistler, Vietnam Savaşı, Bretton Woods sisteminin çöküşü, petrol krizi, nükleer silahların yaygınlaşmaya başlaması ve anti-amerikanizmin kitleler arasında yayılması gibi gelişmelerin yaşandığı 1970’lere kadar geri götürürler. Ne var ki Soğuk Savaş sürecinin nev’i şahsına münhasır şartları sistemdeki anomalinin aktörler tarafından algılanmasını Soğuk Savaş’ın sona erişine kadar geciktirmiştir. Uluslararası ilişkilerdeki değişmeleri tarihî bir perspektiften takip eden uzmanların sistemin geleceğine yönelik tahminleri genellikle sistemin yapısının tekrar güçler dengesine dönüşeceği yönündedir. Hepsinden önemlisi ABD dışındaki büyük güçlerin ve özellikle de Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerin algılamalarının bu yönde olduğu görülmektedir.

Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısına damgasını vuracak üçüncü dönüşüm ise küreselleşmedir. Diğer dönüşümlerden farklı olarak küreselleşme, tarihteki küçük ölçekli örneklerinin varlığına rağmen, yayıldığı alanın tüm küreyi kapsaması ve yayılma aracı olan iletişim teknolojisinin sağladığı hız ve randıman açısından bir ilktir. Küreselleşme ile birlikte Westfalya düzeni ve bu düzenin bir ürünü olan teritoryal ulus devlet yapısı da, önemi azalmaksızın, ciddi bir revizyona uğramaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojisinin getirdiği yenilikler, küresel finans ağı, çok-uluslu şirketler, sınır-aşırı sosyal hareketler, küresel ekolojik problemler ve salgın hastalıklar, AB gibi ulus-üstü siyasî örgütlenmeler ile küresel entelektüel ağ ve bu ağa bağlı bilgi üretimi Westfalya düzeninin klasik ulus-devlet sınırlarını anlamsız kılmaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken bir husus şudur ki, küreselleşme bir yandan belli bir oranda “melezleşme” sağlarken, aynı zamanda yerel aidiyet ve kimliklerin de keskinleşmesini beraberinde getirmektedir.

Herbiri müstakil bir çalışma gerektiren bu dönüşümlerden, burada olduğu gibi üstünkörü bahsetmek bile, bize yirmibirinci yüzyıl dünyasının yirminci yüzyıl dünyasından çok daha farklı olacağını göstermesi bakımından yeterlidir. Yavaş, tedrici ve derin olmaları itibariyle bir dip akıntısı gibi algılanabilecek bu dönüşümler esasında tarihin akış istikametini belirlemektedirler. İnsanlık tarihinin bize öğrettiği bir ders varsa eğer, o da tarihin akış istikametine direnen ve onunla çelişen her türlü siyasi müdahalenin akim kalmak zorunda oluşudur. Anlık iniş ve çıkışlar tarihin büyük akışını görmemizi engellememelidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin de bir parçası olduğu ODKA coğrafyasında bugün çözülüşüne şahit olduğumuz düzen sadece kokuşmuş bir siyasi yapı ve onun sosyo-ekonomik uzantıları değildir. Aynı zamanda, bu siyasi yapıyı kuran-sürdüren uluslarası sistem ve bu sistemin zihinsel arkaplanını oluşturan felsefi-entelektüel gelenek eş zamanlı olarak büyük bir dönüşüme uğramaktadır. İşte bu nedenle, önümüzdeki süreçte ODKA coğrafyasında küreselleşmeye direnen, halk iradesini gözardı eden, kimliğine yabancı, kapalı ve baskıcı bir siyasal düzenin kalıcı olarak yeniden kurulması imkansızdır. Aynı nedenle, bu coğrafyada Aydınlanmacı-Pozitivist ve Batıcı elitlerin, yukarıdan aşağı modernleştirici bir amaçla tekrar tahakküm etmesi bir hayaldir. Bugün itibariyle, ODKA coğrafyasındaki statükoyu devam ettirmenin maliyeti hakim uluslararası sistem için her zamankinden daha büyüktür ve bu nedenle statükonun uzun vadede sürdürülebilir olması muhtemel değildir. Bu coğrafyada “yerli” aidiyetlere, kültürel birikimlere ve halk desteğine dayalı siyasetler önünde sonunda kendine bir yol bulacak ve iktidarını kuracaktır. Cin şişeden çıkmıştır bir kere.

İşte bu hareketlilik içerisinde, Türkiye’nin dış politikada değişimin aktif taraftarı olarak takındığı tavır, alternatiflerine nispetle, takınılabilecek en doğru tavır olarak okunmalıdır. Zira, fotoğraf kesitindeki durum ile çelişiyor olsa da, Türkiye’nin tutumu orta ve uzun vadeli tarihsel ve derin süreç ile paralellik arzetmektedir. Türkiye, isabetli bir şekilde, tarihin akış istikametine paralel bir pozisyon almıştır. Konumunu muhafaza edebildiği ve gelip geçici rüzgarlara direnebildiği ölçüde, tarih, Türkiye’nin haklılığını gösterecektir.

En mühim mesele, elbette ki, ana istikamet ve grand-strateji açısından Türkiye’nin pozisyonunu bu şekilde tespit edebilmektir. Bununla birlikte, fotoğraf kesitine yansıyan hali hazırdaki sorunlar da dikkatlice incelenmeli ve ivedilikle gerekli önlemler alınmalıdır. Son üç senede yaşadıklarımızın gösterdiği kadarıyla, başta Türkiye olmak üzere Arap-İslam dünyası bu değişim/dönüşüm safhasına, maddi zayıflıklar yanında, yetişmiş insan unsuru ve entelektüel bilinç bakımından hazırlıksız girmiştir. Burada yapılması gereken, pek çok “fotoğrafçı” gözlemcinin iddia ettiği gibi pozisyon değiştirmek değildir. Çünkü bu ne mümkün, ne de arzu edilir bir şey. Unutulmamalıdır ki, her ne kadar daha suhuletle ve daha sağlıklı bir şekilde yürüyor olsa da, Türkiye’de yaşanan kapsamlı değişim-dönüşüm de aynı tektonik hareketin öncü bir kırılmasıdır. Diğer bir deyişle, “Arap Baharı”nın ilk çiçeği Türkiye’de açmıştır. Kendimizi ne kadar bu “kavga”nın dışında tutmaya çalışırsak çalışalım, bunu başarmamız mümkün değil. Çünkü anlatılan “bizim” hikayemiz. Öyleyse, yapılması gereken şey, geri adım atmak değil, mevcut pozisyonun gerektirdiği şekilde gücümüzü tahkim etmek; yetişmiş insan unsuruna ve toplam kaliteye odaklanarak eksikleri gidermek ve uzun vadeli bir strateji uyarınca yeni bir yapılanmaya gitmektir.

 

Yorumlar (0)
Günün Anketi Tümü
Türkiye İsveç'in NATO üyeliğine onay vermeli mi?